-Türk milleti, vatanı ve
bayrağını korumak uğruna, hâin teröristlere karşı gözünü fedâ eden Kür Şad
yürekli, kurt bakışlı Gâzî Yunus Tuaç’a-
Börü Han, çok öfkeliydi. Uzun uzun uluyor, oradan oraya
koşturuyordu. Han Tengri’nin doruklarındakiler buna bir anlam veremiyordu. Kür
Şad, Çingis Kağan’a bakıyor; Alp Arslan, Enver Paşa’ya bakıyor; Mustafâ Kemâl
Paşa, Motun Yabgu’ya (Mete) bakıyordu. Şehîdler de neler olduğunu anlamamıştı.
O sırada Börü Han, büyük bir öfke ve hırsla târihin
ulularının önünden geçti. Hepsi onu ilk kez böyle görüyordu. Şehîdlerin önünden
de aynı şekilde geçti. Sâdece Hotenli Zeynep, Tel Âferli Fâtıma, Kerküklü
Mehmet, Karabağlı Ali Haydar, Bayırbucaklı Kemâl, Kırımlı Ahmet’in önünden
geçerken yavaşlamış, hattâ onlardan özür dileyerek geçmişti. Türk oldukları
için daha çocuk yaşta katledilen bu çocuklar da, en içten gelen bir seziyle her
şeyi anlamış ve gözlerinden akan birer damla yaşla karşılık vermişlerdi.
Börü Han, Tanrı katına kadar koşmuştu. Ama yasaktı,
buraya giremezdi. İzin istedi, verilmedi. Gerisin geriye döndü, ama dönerken
öfkesi katmerlenmiş, daha da büyümüştü. Bu sefer, târihin ulularının önünde
durdu.
“Sizler, târihin
uluları! Sizler bu târihin kağanları, yabguları, başbuğlarısınız ve sizlerin
milletinize yön veren, yaşatan ve dahi öldürenlersiniz. Dileğim Tanrı’dandı ama
girmeme izin verilmedi. Ben de tâ kalbimin en derin yerinden söyleyerek, yine
Tanrı’dan istedim. Sonra kendimi burada buldum. Şimdi siz borçlusunuz.”
Ulular, bundan hiçbir şey anlamamışlardı. Motun ile
Çingis Kağan, öne çıkarak sordular. “Borcumuz
kime ve neden?”
Börü Han, bu soruya yanıt vermeden evvel, yine bulutlara
doğru bakmaya başladı. O sırada bulutlar aralandı ve Türk yurdunun İzmir ilini
görmeye başladılar.
Boynunda mukaddes bayrağın ayıyla yıldızını taşıyan bir
genç, arkadaşıyla oturuyordu. O sırada yanına gelen ve onu tasvir etmek hiçbir
küfrün yeterli olmayacağı biri gelip, mukaddes bayrağın ayıyla yıldızına
sövmeye başladı.
Mukaddes bayrağın ayıyla yıldızına sövülmesi, bir ânda
Han Tengri’nin doruklarını dalgalandırmıştı. Börü Han, dişlerini sıkıyor,
yelesini kabartıyordu. Çingis Kağan’ın gözleri öfkeyle doluyor; Motun Yabgu,
kılıcının keskin tarafını sıkıp, kanını akıtıyor; Kür Şad da ileri atılmak
isteyen atının üzerinde öfkeyle duruyordu.
Kavga başlamıştı. Bir yanda mukaddes bayrağın ayıyla
yıldızını korumak için dövüşen Kür Şad yürekliler, diğer yanda ise tanımlamaya
hiçbir küfrün yetmeyeceği yaratıklar… Kavga devâm etti, kavga sürdükçe, Han
Tengri’nin dorukları daha da dalgalandı. Bir yanda Mustafâ Kemâl Paşa, masmâvi
gözlerini dikmiş bakıyor; bir yanda Enver Paşa, öfkeyle bıyıklarını
sıvazlıyordu.
Sonra birden Han Tengri doruğunu ve hattâ bütün Tanrı
Dağları’nı titreten bir şey oldu. Yaratıklar, Kür Şad yüreklinin boynundaki
mukaddes bayrağın ay ve yıldızını söküp, Kür Şad yüreklinin gözüne sapladılar.
Zaman durdu, dünyâ durdu, kâinât durdu. Kür Şad’ın
gözlerinden iki damla kanlı yaş aktı ve doğrudan Kür Şad yüreklinin, Yunus’un
gözlerine düştü. Artık Kür Şad ile Yunus, aynı kandan, aynı candan olmuşlardı.
Vurmaya, saldırmaya devâm ettiler. Geride ise bir gözden
ötesi kalmıştı, devâsa bir yürek… Hastâneye götürdüler, çâre olmadı, kimse bu
derde devâ bulamadı. O ân ise Han Tengri’nden sâdece Gâzî Yunus görünüyordu. Ulular,
Gâzî Yunus’a baktılar, baktılar. Hepsinden birer parça taşıdığını anladılar.
Ama evvelâ hak da, söz de Kür Şad’daydı.
“Özü doğru, sözü
doğru, Börü Han! Ululardan bir ulu, yiğitlerden bir yiğit, hanlardan bir han,
bozkurtların hanı, Börü Han, de bakalım, borcumuz nedir, dileğin nedir?”
“Yiğitlerin en yiğidi, yahşıların en
yahşısı, güzel yüzlü, güzel yürekli Kür Şad! Sözüm hepinizedir. Ama borcunuz,
rûhunu ve yüreğini senden alan bu gâzî Türk, Yunus Tuaç’adır. Dileğim,
borcunuzu ödemenizdir. Borcunuz ise bir gözdür.”
Bu sefer, öne
Çingis Kağan çıkmıştı.
“İyi dersin, güzel
dersin. Ama bu bizden olabilecek bir iş değildir. Bu, Tanrı işidir. Tanrı’nın
vermesi gerekir.”
“Kür Şad, rûh verdi, yürek verdi.
Bir diğeriniz de göz verse, ne çıkar. Hem Tanrı’nın da kapısına gittim,
giremedim, göremedim. Sonra yüreğimden diledim. Size gönderdi. Demek ki, bu
işin sırrı sizdedir.”
Motun Yabgu,
Çingis Kağan’ın sessiz kaldığını görünce, araya girdi ve öne çıktı.
“Börü’m! Ben gök
yeleli can dostum! Doğru dersin, güzel dersin. Bu iş bizdedir. Ama bizden öte
sendedir.”
Börü Han
şaşırmıştı. Nasıl olabilirdi ya da nasıl olacaktı?
“Sendedir ya. Hem
sen de bizim gibi ululardansın. Hepimiz dünyâda iken bir rehberdin, yoldaştın,
ortaktın, arkadaştın. Şimdi de öylesin. Ama bu güzel evlâdıma uzanacak el
sendedir. Ben, birçoğunuzdan evveldir buradayım. Zamânı unuttum. Bu gâzi
evlâdımın yüreği ve ruhu Kür Şad’dan verilmiş, gözü de senden verilsin. Onun
bir gözü dünyâyı görmese de, bu Han Tengri’yi görsün. Şimdi buyur da, o göz,
buraya gelsin ve yerini alsın. Onu da sen taşı ve böylece bu gâzî evlâdımız,
seninle görsün, senin gibi görsün.”
Ulular, bu söze
hak vermişlerdi. Hep birlikte yürekten Tanrı’dan dilediler. Belli ki, Tanrı da kabûl
etti. O vakit, Gâzî Yunus’un gözü, Han Tengri’deki yerini aldı ve Börü Han’ın
gözü oldu.
Sabah hemşîre uyandırdığında Yunus’un yüzü gülüyordu.
Hemşîre şaşırmıştı. Daha dün gözünü kaybetti, şimdi gülümsüyor, diyordu. Oysa
bu sır, elbette ona açılacak değildi. Sır, Yunus’a rüyâsında bildirilmişti.
Motun Yabgu, Börü Han ve Kür Şad yan yanaydı. Motun Yabgu, sertçe emrederek, “Börü Han’ın gözlerine bak” dedi.
İnanamıyordu. Kaybetti gözü, şimdi Börü Han’daydı. Mutlu olmuştu. “Kür Şad’ın yüreğine bak” dedi. İlk ânda
fark edemese de, en içten gelen bir sezgiyle kendi yüreğinin Kür Şad’dan
geldiğini anladı. Motun Yabgu devâm etti. “Bundan
sonra Börü Han ile berâber görecek, berâber bakacak ve berâber yaşayacaksın.
Kurt gözü sendedir, artık. Kür Şad yürekliler, gözlerini kurttan alırlar ve
şimdi sen, gözünü kurda verdin. Bundan sonra söz de senin, öz de senin. Her
konuda, her dâim övünç de senin… Kutlu olsun!”
KUTLU
ALTAY KOCAOVA
29.01.2018