- Görevlerini yapmaya çalışırken Kürd terör örgütü PKK tarafından katledilen öğretmenlerimize... Anlatılan olay, farklı târihlerde katledilen öğretmenlerimizin yaşadıkları üzerinden kurgulanmıştır. -
Aybüke Neşe Çakıroğlu, üniversiteyi yeni bitirmiş ve girdiği me’mûrluk sınavında yeterli puanı alarak sınıf öğretmeni olarak atanmıştı. Mutluydu. Her ne kadar memleketi, doğup büyüdüğü, âilesinin yaşadığı Tekirdağ ile Diyarbakır arasında epey bir mesâfe olsa da, mutluydu. En sonunda hâk ettiği mesleği yapacaktı.
Sınıf öğretmeniydi. İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde
okumuştu. Hayâli hep, târihimizi, kültürümüzü, Atatürk’ü çocuklara anlatmak,
böylece onları kazanmaktı. Öğretmenlerinden böyle görmüştü, ona eğitimin,
Türkiye’nin doğusundaki bütün sorunları çözeceğini anlatmışlardı. O da buna
cân-ı gönülden inanmıştı. Hem nasıl inanmasın? Bütün sorunlar, eğitimsizlikten kaynaklanmıyor
mu?
Annesi, kızının öğretmen olmasından memnûndu, memnûn
olmasına ama gönlü gitmesine râzı değildi. Öğretmen olduğu gün, sevinçten
ağlamış ama ataması yapıldığı gün de üzüntüden ağlamıştı. Sâdece “Gitme, kızım”
diyebilmişti. O da gitmesi gerektiğini, oradaki çocukların ona ihtiyâcı
olduğunu söylemişti. Babası, küçükken ölmüştü. Bir de küçük erkek kardeşi
vardı. Henüz ilkokula gidiyordu. “Gitme, abla” demişti. Ona da neden gitmesi
gerektiğini anlatmıştı.
Karârı belliydi. Maâşının küçük bir kısmını kendisine
ayıracak. Kalanını doğruca annesine gönderecekti. Her şeyim kardeşim ve annem
için diyordu. Kardeşi büyüyene kadar evlenmeyi de aklından çıkarmıştı. Gerçi gönül
bu, belli olmaz. O da bu yüzden, gönlüne kapılmak istemiyor, kendisini
mesleğine veriyordu.
Ertesi gün çantasını ve valizlerini hazırlayıp, Diyarbakır
otobüsüne bindi. Bindiği otobüs firması, amblemindeki sarı-kırmızı-yeşil
renkleriyle kendisini belli etse de, o bunu fark edecek durumda değildi. Yol,
yirmi saâtten fazla sürdü. Muâvin artık Diyarbakır il sınırına girdiklerini
söyleyince, heyecânı biraz daha artmıştı. İşte, mesleğe başlama vakti gelmişti.
Neler görecek, neler duyacak, neler yaşayacaktı? Aklında ise sâdece
yetiştireceği çocuklar vardı. Elbette Trakya’nın ayçiçek tarlalarıyla dolu
köyleri gibi bir köy beklemiyordu. Ama onun ayçiçekleri, çocuklar olacaktı.
Otobüs, Diyarbakır Ergani’de ilerlerken, ileride bir
barikat görüldü. Ancak bu, asker ya da polisin kurduğu barikatlara
benzemiyordu. O sırada yaşlılardan biri, şoföre doğru “Burası hep gidilen yol
değil. Bizi yanlış yoldan götürüyorsun” dediğinde, şoför yanıt vermemişti.
Otobüsün de barikata git gide yaklaşması, bir korku yaratmıştı.
Bu arada otobüs, barikatın önünde durduktan sonra elinde
telsiz olan ve her hâlinde Kürd terör örgütü PKK mensûbu olduğu belli olan
terörist, şoföre “spas dıkım” demişti. Kürdçe “teşekkürler” demekti, bu söz. Belli
ki, şoför, otobüstekilerin bilgisini vermişti. Şirketin amblemindeki renkler
boşuna değildi.
Teröristlerin başındaki kişi, elinde tüfeğiyle otobüse
bindiğinde Aybüke’nin yüreği ağzına gelmişti. Yolun sonu muydu? Ama o böyle
düşünmemişti. Terörist, yavaşça kendisine doğru geliyordu. O sırada otobüste
bulunan ve askerlik görevi için bölgeye gelen iki gencin yanında geçmişti. Aybüke’nin
güzel yüzüne bakıp, “Hocesin, he mi? Hoce… Biz, senin gibi hoceleri sevmeyiz,
ha. Ama, bu sefer işimiz seninle değil” demiş ve iğrenç bir kahkaha atmıştı. Ardından
da, diğer bir terörist elinde listeyle gelmiş ve otobüsteki askerlerle,
polisler indirilmişti. Toplamda altı asker ve üç polisi yan yana dizmişler,
ardından da kurşuna dizmişlerdi. Bir süre sonra da otobüs yoluna devâm etmiş ve
Diyarbakır merkeze gelmişlerdi.
Otobüsten iner inmez, hemen emniyet müdürlüğüne gitmiş ve
olanları anlatmıştı. Şikâyetçi olan sâdece kendisiydi ve ne tuhâf ki, otobüste
olan diğer kırk kişi, şikâyetçi olmamıştı. Korktuklarından mıdır,
sevindiklerinden midir, bilinmez. Ama tek gerçek, sâdece Aybüke’nin şikâyetçi
olduğuydu.
Emniyetteki işlerin bitmesinden sonra bir polis aracıyla
millî eğitim müdürlüğüne gitmiş ve işe başlama işlemlerini gerçekleştirmişti. Burada
görev yapan bâzı me’mûrlar dikkât çekmeyecek gibi değildi. Üstelik biri vardı
ki, gördüğünde ister istemez ürpermişti. Bakışlarından rahatsız olduğu gibi “Geçmiş
olsun hoca. Şükür atlatmışsın” deyince üzerine atlamamak için kendisini zor
tutmuştu.
Atandığı Buçuktepe köyü, merkeze 18 kilometreydi. O gece,
öğretmenevinde kalıp, ertesi sabah, köye gitmeye karar verdi. Öğretmenevinde kendisi
gibi çok sayıda genç öğretmen vardı. Kimisi âilesi ile gelmiş, kimisi de
kendisi gibi tek başına gelmişti. İçinde evli olup, öğretmen eşiyle birlikte
gelenler de vardı. Hepsi de Diyarbakır’ın farklı farklı ilçe ve köylerine
gideceklerdi. O gün, akşama kadar konuşmuşlar, arkadaşlığı geçtim, âdetâ kardeş
olmuşlardı. Birkaç saâtte insan nasıl bu kadar yakınlaşabilir? Belki de, aynı
amaca sâhib olup, aynı hayâlleri taşıyıp, aynı gerçeği yaşamalarındandır. Kim bilir?
Belki de, aynı sonu yaşayacak olmalarındandır…
Aynı amaç, aynı hayâl, aynı gerçek, aynı son… Bu kadar
farklı insanın, bu kadar yakın olması… Hayât…
Ertesi sabah, hep berâber kahvaltı yaptılar ve her
haftasonunu burada berâber geçirmek üzere, birbirlerine söz verdiler. Kimisi ilçelere
giden araçların olduğu tarafa giderken, kimisi de köy araçlarının olduğu tarafa
gitti. Aybüke de, köylere giden araçların olduğu yere yönelmişti. Buçuktepe'ye giden minibüsü bulduktan sonra bindi. Minibüs dolduktan sonra köye doğru
gitmeye başladı. Başlar başlamaz da, minibüstekilerin soruları başladı.
“Sen, hocesin he mi?”
“Evlisen?”
“Nişanlın falan da yoktır?”
Daha nicesi… Tabiî, her soruya gelen yanıttan sonra arada
geçen Kürdçe konuşmalar. O sırada önde oturan, köyden iki gencin “Belki ew e bakîre
ne” dediği duyulanca, Aybüke’nin yanında oturan yaşlı kadın “Bêrewiştan”
demişti. Aybüke, “belki de bâkire değildir” kısmını anlamasa da, kulağına gelen
bâkire sözüne şaşırmıştı. Ayrıca yaşlı kadının da onlara Kürdçe terbiyesizler demesini de anlamamıştı.
Köye geldiğinde onu köyün muhtarı karşılamış ve lojman hazır
hâle gelene kadar muhtar evinin misâfir odasında kalmasını istemişti. Zâten başka
bir şansı da yoktu. Lojman, hem bırakın genç bir kızın kalmasını, bir insan
için bile yaşanmayacak durumdaydı. Hem de köyün koyunlarını güden, yan köyün
çobanı kalıyordu. Birkaç gün daha kalacak, sonra gidecekti. Ondan sonra da
lojman, köylülerle berâber yaşanılır bir hâle getirilecekti.
Bu arada önce okulu, sonra köyü gezmişti. Okul, kötü bir
durumda olsa da, eğitimin yapılabileceği bir durumdaydı. Aksaklıklar ise
zamanla halledilirdi. Bu arada okulun Atatürk köşesinin darmadağın oluşu,
İstiklâl Marşı’nun olduğu çerçevenin kırılması da dikkâtini çekmiş ama kötüye
yormak istememişti.
Ertesi gün, öğretmenlikte ilk gününün heyecânını
yaşıyordu. Hele birinci sınıf öğrencilerinin güzelliğini gördükçe, mutluluğu
artıyordu. Ne güzel çocuklar… Sonra ikinci sınıf, üçüncü sınıf, dördüncü sınıf
öğrencileri… Dördüncü sınıf öğrencilerinin yaşı biraz büyüktü. Sanki 13 ya da
14 yaşındaydılar… Küçüklerin gözlerinde gördüğü ışıltı, onlarda yoktu. Gözlerde
farklı bir karartı vardı ve bundan rahatsız olmuştu. İşte, bu dört sınıfı,
topluca okutacaktı. Öğretmenliğinin ilk gününde, birleşmiş sınıf uygulaması
yapacaktı. “Yaparım” dedi. “Bunu göze alarak geldim, sonuçta.”
Çocukların hepsi Türkçe biliyordu. Buna şaşırmıştı. Birinci
sınıf öğrencileri, diğerlerine göre az bilse de, onlar da söyleneni
anlayabiliyor ve zorlanarak da olsa, konuşabiliyorlardı. En büyük korkusu buydu
aslında. Dördüncü sınıfa giden ve diğerlerinden büyük olduğu anlaşılan öğrenci,
Aybüke’nin bu şaşkınlığını anlamıştı. “Sizinkiler yapmıştır, hoca. Bir yandan diger
öğretmenler, bir yanda televizyonlarınız. Hep bu Kürd çocuklarına dilinizi
dayatmıştır. Bize böyle böyle zorla Türkçe öğretmişsiniz.”
Çocuk, Aybüke’nin bir şey demesini beklemeden fırlayıp
gitmişti. “Ögretmenim, onun iki ağabeyi ve ablası, dagdadır. Amcaları da
dagdadır. Gerilladır hepsi. Onlara özenir”. Bunu diyen ise ondan küçük olsa da,
dördüncü sınıfa giden başka bir çocuktu.
İlk birkaç gün, çocukların ağabeyleri, ablaları,
amcaları, babaları, dayılarının dağa çıktığına dâir anlatımları dinleyerek
geçirdi. Hayâllerine bu kadar çabuk vedâ etmek istemiyordu. Eğitimsizlik diyordu.
Çocuklar eğitim görmediği için dağa çıkıyorlar diye düşünüyordu. Bir keresinde
bu konuda sesli düşününce, muhtarın kız kardeşi söze girmişti. “Hoca, sen
bunları kafaya takma.”
Şaşırmıştı. Düşüncelerinin bu şekilde açığa çıkmasından
da rahatsız olmuştu. Sâdece “ne münâsebet” diyebilmişti. “Hoca, sen ne
yapabilirsin? Ne biliyorsun ki, bizim hakkımızda? Eğitimsizlik, öyle mi? İlk gün
senin dersinden çıkıp giden çocuk var ya, adı Azâd Baran’dır. Onun ablası,
doktordur. Hacettepe Tıbbı bitirmiştir. Ben de Ankara Siyasal me’zûnuyum. Bırak
hoca, bu işleri. Sen yol yakınken, bas git, Tekirdağına ya da bul, bir öğretmen
koca, çek git. Yazık olmasın sana.”
“Ne oluyor” diyordu. Tamâm, hayâllerinden uzaklaşması
gerektiğini anlamıştı. Ama bu sözlerine anlamı neydi?
“Neden böyle yapıyorsunuz” diyebilmişti, sâdece. Kadının
yanıtı netti. “Birincisi, TC’nin adamısın, ikincisi öğretmensin. Biz, seni de,
senin devletini de istemiyoruz”. Belli ki,
kılıçlar çekilmişti, belli ki, sözlerle kan akıtılacaktı. O hâlde susmanın,
sinik kalmanın da gereği yoktu. Zâten her ne olacaksa, olacaktı.
“Mâdem benim devletimi istemiyorsun, neden benim devletimin
üniversitelerine gittin.”
“Şuna bak hele, bizim hocahanımın kafası da çalışıyormuş.
Elbette devletinin verdiği her olanaktan yararlanacağım. Devletiniz devlet
olsun da, düşmanlarına vermesin. Bize dağa çıkmayalım diye her şeyi verirse,
biz de çatır çatır alırız, daha çoğunu isteriz. Hele şunlara bak, herkesin kaç
çocuğu var? Niye var? Hadi nüfûsu falan geçtim. Sizin devlet, bizimkilere çocuk
başına para veriyor. Hele şu ileride Türkmen Kızılbaş köyleri var. Onlara vermiyor
ha. Bize veriyor. Niye veriyor? Dağa çıkmayalım diye. Biz de alırız, hoca. Devletiniz
devlet olsun da, vermesin. Verenden alacaksın.”
Artık karârını vermişti. Çoban, ertesi gün çıkar çıkmaz
lojmana yerleşecekti. Artık bunların kahrını çekemezdi. Onca pisliğin içinde
yaşamak, daha onurludur diyordu. Uyumak istedi, gözlerinin önüne otobüsten
indirilen asker ve polisler geldi, uyuyamadı. O esnâda dışarıda bâzı sesler
duydu. Ayak sesleriydi, bunlar. Acâba kim diye düşünürken, silâh
mekanizmalarının seslerini duymaya başladı. Ses yaklaşıyordu. Şarşörler takılıp
çıkarılıyor, silâhın ses çıkaran her kısmı kullanılıyordu. Sesler, kapıya doğru
yaklaştığında ayağa kalktı. Kendisini oturur ya da yatar görmelerini
istemiyordu. Evin misâfir odası, dışarıya açılıyordu. Elbette kapıyı açan
olmayacaktı. “Bir şey yapacaklarsa, onlar girsin” diye düşündü. Bu düşünceler
arasında kapı, sertçe çalındı. Her şey bitti diye düşünerek, kapıyı açtı. Karşısında
yüzleri maskeli, elleri silâhlı teröristler vardı. Sâdece birinin yüzü açıktı. O
da biraz evvel konuştuğu muhtarın kardeşiydi.
“Hoca, sen okulu çok seviyorsun değil mi?” dedi. Aybüke yanıt
vermedi. “Hadi bakalım, okula gidelim. Bize ders ver. Ben gece derslerini
severim.” Aybüke yine yanıt vermedi. “Sen konuşmayınca ayrı bir güzel oluyorsun
be hoca. Bizim erkek gerillalar, sessiz güzelleri severler” dedi. Aybüke yine
yanıt vermedi.
Okulun önüne gelmişlerdi. “Bayrağını seviyor musun” dedi.
Aybüke yine yanıt vermedi. “Konuşmaman daha iyi. Şimdi sana bir fırsat
vereceğiz. Eğer şu bayrağı indirirsen, def olup gitmene izin vereceğim. Yok, eğer
indirmezsen, seni bayrağın yerine çekeceğim” dedi. Aybüke yine yanıt vermedi. Sâdece
bu kadın teröristin suratına tükürdü. O esnâda tüfeğin dipçiğini ensesinde
hissetti. Yerde birkaç dakîka yattıktan sonra tekmeleyerek kaldırdılar. Bunun için
mermi harcamayın. Botan, sen kasaplık yapıyorsun, şunun gırtlağını kes de,
asalım. Bakalım, çok sevdiği bayrağının rengini görmek, nasıl bir şey?”
Bıçak, boynuna dayandığında gözlerini kapatmıştı. Kelîme-i
şehâdet getiriyor, duâ ediyor ve son söz olarak “vatan sağ olsun” diyordu. Vatan
sağ olsun… Bu lâf, teröristleri çıldırtmaya yetmişti. Vatan sağ olsun… “Ne
duruyorsun, gebert şunu” dedikten sonra kesilen başı, yere düştü.
*
* *
Ertesi gün haberlerde, Diyarbakır’ın Buçuktepe köyüne
operasyon yapıldığı söyleniyordu. “Bir gece evvel şehîd edilen Aybüke Neşe
Çakıroğlu” sözünü duyduğu ân, annesini yüreğinden yükselen çığlık, bütün
yeryüzünü kaplamış ve oradan Tanrı Dağları’na kadar yükselmişti. Öyle ki, Börü
Han’dan Kür Şad’a ve hattâ Çingis Kağan’a kadar herkesi titretmişti.
Tanrı Dağları’nda sisin aralanmasından sonra Börü Han,
yanındaki Mustafâ Fehmi Kubilay ile berâber gelenleri karşılamıştı. Aybüke Neşe
Çakıroğlu, Nûriye Ak, Fırat Çakıroğlu, Neşe Alten, Ali İhsan Çetinkaya, Esma Karadoğan, Yasemin
Tekin ve daha niceleri… Üzerlerinde teslîm etmedikleri kanlı bayraklarla
berâber gelmişlerdi. Doğruca Kubilay’a gittiler ve sarıldılar. Börü Han’dan Kür
Şad’a kadar bütün yiğitler, bu sahneyi ağlayarak izliyordu. O sırada Yasemin
Tekin’in kızı Betül de geldi. Hâyır dedi, Börü Han, olamaz. Küçük Betül, Börü
Han’a yürüdü ve gözlerinin içine bakarak, sâdece tek bir söz söyledi. “Vatan
sağ olsun.”
10.06.2017
KUTLU
ALTAY KOCAOVA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder