Kadınlara yönelik şiddet... Son yılların en çok konuşulan
konusu. Zîrâ, ne yazık ki, yaşananlardan dolayı sürekli yeni olaylar yaşanıyor,
yeni mağdûriyetler oluşuyor. Bu şiddetin birçok yönü ve şekli var. Kimi baba,
eş, sevgili, kardeş, akrâba ya da takıntılı bir kişiden kaynaklanan dayak ya da
cinâyet; kimi cinsel tâciz ya da tecâvüz; kimi de psikolojik şiddet (aşağılama,
dışlama, baskı kurma gibi) olarak gerçekleşiyor.
Evlilik noktasından hareketle, akrâba evliliğine de
bakabiliriz. Akrâba evliliği, bilindiği gibi baba ya da anne tarafından, aynı
soya mensûb kişilerin evliliğidir. Bu durumun biyolojik zararlarının yanında
ciddî psikolojik ve sosyolojik zararları da bulunmaktadır. Ülkemizde ve genel
olarak bulunduğumuz coğrafya, ne yazık ki, akrâba evliliklerinin oldukça yaygın
olduğu bir alandır. Şimdi düşünelim: Amca, dayı, teyze, hala çocuklarının evlenebilmesi
ve âilelerinin bu çocukları, böyle görmesi, aynı zamanda bunların cinsel ilişki
yaşayabileceği düşüncesini de berâberinde getirir. Peki, yakın ya da uzak bir
akrâba ile evlenerek cinsel ilişki kurulacaksa, evlenmeden de cinsel ilişki kurulamaz
mı? Daha da öteye gidelim. Tecâvüz ya da tâciz olamaz mı? Peki, amcasının
kızına cinsel bir meta olarak bakan bir gözün, kendi kız kardeşine bakmasını
engelleyebilecek şey nedir? Ahlâk mı, gelenekler mi, yasalar mı, yoksa dîn mi?
Amcasının kızına cinsel meta olarak bakan bir göz için bunlar bir değer ifâde
eder mi? Ancak belki, yasalar caydırıcılık sağlayabilir. O da bir yere kadar. Peki,
bu durumda âile içi tecâvüz denen ensest olaylarının temelini görmek için
akrâba evliliklerine bakmak gerekmiyor mu? Bunun temelindeki insan mülkiyeti
düşüncesini görmek gerekmiyor mu?
Mülkiyet düşüncesi, insanlara çok büyük hâklar vermiştir.
İnsanların çoğu da bunu kendilerine göre yorumlamıştır. Kız, babası tarafından “verilen”,
müstakbel kayınpederi tarafından da babasından “verilmesi istenilen” ve “alınan”
bir şeydir. Çünkü “babasının” mülküdür. Evlendikten sonra ev işlerini yapması,
çocuk doğurması ve eşinin cinsel ihtiyâçlarını karşılaması gerekir. Çünkü “eşinin”
mülküdür.
Aynı mülkiyet düşüncesi, insanların diğer hayvan
türlerine karşı işlediği suçlarda da etkilidir. Üzerine bindiği atı ya da
eşeği, tarlayı sürdüğü öküzü dövebilir; sokakta gördüğü köpeği taşlayabilir;
kedinin kuyruğunu kesebilir; kuşu sapanla vurabilir ya da spor diyerek ava
çıkabilir. Zîrâ “hayvanlar, insanlar için yaratılmıştır” gibi bir inanca
sâhibdir. Eğer hayvanlar, insanlar için varsa, elbette istediğini yapabilir. Birileri
şöyle diyecektir: “Hâyır, istediğini yapamaz. Ondan sorulacaktır”. Sorulup,
sorulmaması benim alanım olmadığı için girmeyeceğim ama istediğiniz kadar
ahlâkî kurallarla sınırlayın, mülkiyet ve bağımlılık ilişkisi oluşturduğunuz
sürece, sâhib konumunda olan istediğini yapar.
Kadınlara yönelik şiddet haberleri duyulduğunda, birçok
kişinin tepkisi, “Tek suç, erkekte mi?” demektedir. Bu, şiddeti onaylayan bir
ifâde olmakla berâber bir bilinçaltı göstergesidir. Hattâ birçok kişiden, “Adam
yorgun argın geliyor. Karısı istediğini yapmıyorsa, adam ne yapsın?” dediğini
bile duydum. Bunun ötesinde toplumun genel olarak tiksinti ile yaklaştığı
tecâvüz haberlerinde de benzeri durum görülmektedir. “Gecenin o sa’âtinde
dışarıda ne işi vardı?”, “Mini etek giymeseydi”, “Beş yüz kişi içinden sâdece
ona olduysa, onda da vardır, bir şeyler”, “Kuyruk sallamıştır” gibi ifâdeler,
tecâvüz ve tâciz edene yönelik korumacı, mağdûr olana karşı ise saldırgan bir
tavırdır. Ancak burada da erkek egemen anlayış görülmektedir. Zîrâ birçok âile,
erkek çocuklarının cinselliğini kutsamakta ve hattâ bu konuda aracı konumda
bile olmaktadır. Bu durumda elbette, böyle yetiştirilen bir erkeğin tâciz ya da
tecâvüz eyleminde, erkek suçlanmayacak ve hattâ korunacaktır. Yaşanan bir tâciz
olayında, bunu gerçekleştiren erkeğin annesinin “Ne olmuş yâni, yaptıysa”
dediğini duyduğumda, inanamamıştım. Ancak, ne yazık ki, bu durum, hiç de
şaşırtıcı değildir.
Peki, bu durumda yapılması gereken nedir? Böyle bir
toplum yapısını değiştirmek mümkün müdür? Elbette, bu mümkündür. Ancak oldukça
uzun süreli bir uygulama gerektiren bir süreçtir. Zîrâ bu işin, hem eğitim, hem
cezâ hukûku, hem medenî hukûk, hem de kadın ve hayvan hakları noktasında ele
alınması gerekmektedir.
Öncelikle insanın, bir hayvan türü ve doğanın bir parçası
olduğu gerçeğinin anaokulundan îtibâren öğretilmesi ve zihinlere işlenmesi
gerekmektedir. Bu noktada Charles Darwin’in geliştirdiği evrim kuramı çok
önemlidir. Zâten bu bilimsel gerçeğe yönelik saldırıların temelinde de bu
yatmaktadır. Darwin, eğer insanın da bir maymun türü, dolayısıyla bir hayvan
türü olduğunu söylemeseydi, büyük ihtimâlle hiç kimse îtiraz etmeyecekti. Ancak
bu gerçek, kadınlara ve diğer hayvan türlerine yönelik şiddetin temeline darbe vurmaktadır.
Zîrâ insanın egosunu yok etmekte ve doğanın bir parçasından başka bir şey
olmadığını göstermektedir. Bu ise çok önemlidir. Bu şekilde yetişkinlerin,
çocuklara; erkeklerin kadınlara; insanların da, diğer hayvanlara üstünlüğü
olmadığı öğretilmelidir.
İşin cezâ hukûku kısmında, genel olarak şiddetin cezâsı
ağırlaştırılması ve bu noktada insanlara ve diğer hayvan türlerine yönelik
şiddet arasında fark görülmemelidir. Medenî hukûk kısmında, üç nesle kadar aynı
soyu paylaşan akrâbaların evliliği yasaklanmalı ve buna karşı dînî nikâh adı
altında hareket edenler ağır cezâlara çarptırılması gerekmektedir. Adâleti sağlamakla
yükümlü olanların, suçluyu koruyucu tavırlarına son vermeleri ve kendilerine
yönelik göstermelik saygı görüntüleriyle cezâ indirimine izin verilmemesi
gerekmektedir.
Bu, çok uzun soluklu, onlarca yılda gerçekleşebilecek ama
yapılması zorunlu olan bir şeydir. Yoksa biz onlarca yıl geçse de, aynı şeyleri
yine konuşuyor olacağız. Toplumsal olarak yine en ağır cezâları isteyeceğiz,
elimize geçenleri cezâlandırmaya çalışacağız. Ama öz olarak hiçbir şey
değişmeyecek.
Kutlu
Altay KOCAOVA
25.02.2016