23 Kasım 2015 Pazartesi

JEOLOG CELÂL ŞENGÖR’E AÇIK MEKTÛB (Kendisinin karşı cevâbı ile berâber)

Sayın Başbakanımızın tarih bilgisi de evlere şenliktir. Kanuni’yi seferden sefere (ve ima ediyor ki zaferden zafere) koşar diye tanıyan Sayın Başbakan, gene bu sütunda daha önce de yazdığım gibi, bu padişahın döneminin Osmanlı İmparatorluğunun ilk büyük kalıcı yenilgilerini aldığı dönem olduğunu belli ki bilmiyor. 1529’da Viyana’yı almaya heveslenen padişah, lojistik desteğin adam gibi planlanamaması, bugünlerde pek moda olan bir terimle «stratejik derinlik» yoksunluğu ve istihbarat eksikliği nedeniyle burada yenilerek kuşatmayı kaldırmaya mecbur kalmıştır. Hatırlanacağı üzere, Osmanlılar bir defa daha tecrübe etmelerine rağmen asla Viyana’yı alamadılar ve Orta Avrupa’nın bu doğal kapısı önünde durmak zorunda kaldılar. Bu Kanuni’nin mirasıdır.
Babası Yavuz Sultan Selim’den beri Kanuni ve çevresi hep Hint Okyanusuna inmeye heveslenmişlerdir. Her seferinde mini mini Portekiz’den sopayı yiyip ya Basra’ya ya da Süveyş’e kaçmak zorunda kaldılar. Basra Körfezi içinde bile tutunamadılar. Bu sürekli mağlubiyetin sebebi Osmanlı’nın deniz savaşlarında kalyonların üstünlüğünü bir türlü anlayamamış olması ve ısrarla yüksek bordalı gemiler olan kalyonlara nihayet büyük bir sandaldan başka birşey olmayan kadırga ile saldırmaya kalkması (malûm, aynı nedenle Fatih’in 143 parçalık donanması, 4 Ceneviz gemisini durduramamıştı! Osmanlı aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık zamana karşın bu mağlubiyetten hiçbir ders almamıştır), adam gibi yelken kullanamaması ve Hint Okyanusunun fiziki coğrafyası hakkında hiçbir şey bilmemesidir. Osmanlı’ya coğrafyanın önemini anlatmaya çalışan Piri Reis’in bir dedikodu uğruna boynunu vurduran da büyük padişahımız Kanunî’dir. Hani Tayyip Bey’in dizide beğenmediği saray entrikaları var ya? İşte bugün bile bütün dünyanın takdirini toplayan zavallı Piri Reis onlardan birinin günahsız kurbanıdır. Ama belki de bu Tayyip Bey’in hoşuna gitmektedir. Onun devrinde olan Balyoz mahkemeleri ile Piri Reis’in akıbeti arasında bir fark gören varsa beri gelsin. Osmanlı’nın bu coğrafya cahilliğinin sebebini merak ederse Tayyip Bey, Kanuni’nin amirali Seydi Ali Reis’in Mirat-ül Memalik’ini okusun ve bir amiralin görevi saraylarda Çağatayca gazeller mi söylemektir yoksa gittiği yerlerde istihbarat mı toplamaktır onu bir düşünsün. İnebahtı’da Kanuni’nin ölümünden sadece beş sene sonra donanmamızın aldığı ağır yenilgi boşuna değildir.
Kanuni kendi zamanında bir de Malta’yı fethe yeltenmiş, oradan da Hz. Yahya şövalyelerinden sıkı bir sopa yeyip kös kös geri dönmek zorunda kalınmıştır. Bunun nedeni, bu kuşatma esnasında ateş püskürten makinalar icat eden şövalyelerin hem teknik hem de disiplin üstünlüğüdür. Bir de ağır bir yenilgi aldığımız bu savaş esnasında seksen yaşındaki büyük amiralimiz Turgut Reisimiz bir hiç uğruna şehit olmuştur.
Kanuni kendi devrinde cereyan eden coğrafi keşiflerden hiçbir şey anlamadığı için kısa zamanda Amerika’lardan gelen gümüş Osmanlı iktisadını allak bullak ederek torunu III. Murat zamanında ilk devalüasyonu yaşamamıza neden olmuştur. Yerim olsa o zaman medreselerde başlayan ve öğrenci şekaveti ile doruğa çıkan rezillikleri yazacağım.
           
            Sayın Ali Mehmet Celâl Şengör,

            30 Kasım 2012 târîhli Cumhûriyet gazetesinin “Bilim ve Teknoloji” isimli dergisinde yayınlanan “Sayın Başbakanın Ecdad-ı Âli Şânı” adlı makâleyi okuduktan sonra size bu açık mektûbu yazmaya karâr verdim. Yazınızın mevcûd hükûmetle alâkalı kısmı beni ilgilendirmediği için sâdece târîhle ilgili iddialarınıza cevâb vereceğim. Ancak öncelikle kendimi tanıtayım. Ben, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde “Sosyal Bilgiler” ve “TC İnkılâp Târîhi ve Atatürkçülük” öğretmeni olarak görev yapan bir öğretmenim. Bu kısa bilgiden sonra asıl mes’eleye gelebiliriz.

            Öncelikle bildiğim kadarıyla bir “jeolog”sunuz ve profesörlüğünüz, bu alanla ilgili. Bu alanda önemli çalışmalar yapmış olabilirsiniz. Ancak aslâ bir târîhçi değilsiniz. Dolayısıyla târîhle ilgili bir konuda yazarken ya da yorum yaparken, jeoloji alanındaki profesörlüğünüzün ve kariyerinizin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmaz. Zîrâ bu alan, sizin alanınız değil. Bu, benim gibi bir târîh öğretmeninin ya da bir târîhçinin, televizyonlarda ya da gazetelerde “deprem” hakkında yorum yapması ya da tartışması gibi bir şeydir. Bunun ciddî bir cehâlet alâmeti olduğunu söylemeye gerek var mıdır?

            Bu açık mektûbun geri kalan kısmında, madde madde yazınızdaki yanlışları teker teker göstereceğim. Muhtemelen benim yazdıklarımı okuduktan sonra kabûl etmeyeceksiniz. Hattâ doğru mudur, deyip, araştıracağınızı bile sanmıyorum. Ancak unutmayın ki, yanlışta ısrâr, cehâletin başka bir alâmetidir.

·         1529’da Viyana’yı almaya heveslenen padişah, lojistik desteğin adam gibi planlanamaması, bugünlerde pek moda olan bir terimle «stratejik derinlik» yoksunluğu ve istihbarat eksikliği nedeniyle burada yenilerek kuşatmayı kaldırmaya mecbur kalmıştır.

Târîhe 1. Viyana Kuşatması olarak geçen bu kuşatma, Osmanlı târîhi için önemlidir. Ancak tâm anlamı ile bir yenilgi olarak görülemez. Zîrâ elbette Viyana alınamamıştır. Buna rağmen bu sefer, Osmanlı için kazanç sağlamıştır. Çünkü bu seferden sonra Habsburg hânedânı (Avusturya ve Kutsal Roma-Germen), yaklaşık 10 yıl boyunca Macaristan’ın iç işlerine karışamamış ve Osmanlı’ya karşı bir harekette bulunamamıştır. Fetih gerçekleşmeden kaldırılan kuşatmaları, bozgun gibi niteleyeceksek, Yıldırım Bâyezid Han’ın, Çelebî Mûsâ’nın, Çelebî Mehmed Han’ın, Sultân II. Murâd Han’ın gerçekleştirdiği ve çeşitli sebeblerle kaldırmaya mecbûr kaldıkları “İstanbul Kuşatmaları”nı da bozgun kabûl etmemiz gerekir. Ayrıca genel savaş süreci içerisindeki başarısız olan bir bölümü alıp, bunu genele yaymak, bilimsel ahlâk açısından nasıl değerlendirilir? O zamân İstiklâl Savaşı içerisinde kaybettiğimiz Kütahya-Eskişehir muharebelerine bakıp, İstiklâl Savaşı’nda bozguna uğradığımızı mı düşüneceğiz? Bu ise cehâletin olmasa da, dalâletin alâmetlerinden biridir.

·         Babası Yavuz Sultan Selim’den beri Kanuni ve çevresi hep Hint Okyanusuna inmeye heveslenmişlerdir. Her seferinde mini mini Portekiz’den sopayı yiyip ya Basra’ya ya da Süveyş’e kaçmak zorunda kaldılar. Basra Körfezi içinde bile tutunamadılar. Bu sürekli mağlubiyetin sebebi Osmanlı’nın deniz savaşlarında kalyonların üstünlüğünü bir türlü anlayamamış olması ve ısrarla yüksek bordalı gemiler olan kalyonlara nihayet büyük bir sandaldan başka birşey olmayan kadırga ile saldırmaya kalkması (malûm, aynı nedenle Fatih’in 143 parçalık donanması, 4 Ceneviz gemisini durduramamıştı! Osmanlı aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık zamana karşın bu mağlubiyetten hiçbir ders almamıştır), adam gibi yelken kullanamaması ve Hint Okyanusunun fiziki coğrafyası hakkında hiçbir şey bilmemesidir.

Yazınızın bu kısmı da, diğer kısımları gibi bilgi yanlışlarıyla doludur. Öncelikle eğer, övündüğünüz gibi bir bilim adamı iseniz, bilimsel bakışın nasıl olduğunu bilmeniz gerekir. Buna göre “mini mini Portekiz’den sopa yiyip” gibi bir ifâdeyi kendinize yakıştırmanız, bulunduğunuz seviye açısından bir alâmettir. Ayrıca şunu da ifâde etmek gerekir ki, Portekiz, söz konusu târîhte hiç de küçük bir devlet değil, tam tersine büyük bir sömürge imparatorluğudur. Portekiz, 1515 yılında Hürmüz boğazı’ndaki Hürmüz adasını ele geçirmiş ve boğazı kontrol altına almayı başarmıştı. Dolayısıyla Hind Deniz Seferleri olarak bilinen Hindistan’daki Müslümân devletlere yardım seferlerinde, Portekizlilerin üstünlüğünün asıl sebebi, kalyonlar değil, Hürmüz adasında oluşturdukları, stratejik üstür. Ancak buna rağmen, Osmanlı donanması, Gucârât Emirliği’ne yardım göndermeyi başarmıştır. Ayrıca sonraki süreçte, günümüzde Endonezya’ya bağlı bir ada olan Açe adasındaki Açe Emirliği’ne bile yardım gönderilebilmiştir. Bu, Hind Deniz Seferleri’nin, tamâmen başarısız olmadığını göstermektedir.

Bununla birlikte İstanbul’un fethi ile sonuçlanan kuşatma esnâsında büyük Osmanlı donanmasının arasından geçerek Haliç’e giren Lâtin gemilerinin, bunu başarabilmesini, sâdece kalyon olmalarına bağlamak ise cehâletin başka bir alâmetidir. Unutmayın ki, Preveze Deniz Zaferi’nde Barbaros la’kablı Hızır Hayreddîn Paşa, bünyesinde 50 kalyon bulunan Haçlı donanmasını, hiç gemi kaybetmeden yok etmeyi başarmıştı. Ayrıca Türk korsanlarının sık sık Atlas Okyanusu’na açıldıkları, İngiltere ve İzlanda kıyılarına kadar ulaştıkları ve hattâ Amerika kıyılarında bile görüldüklerini biliyoruz. Bunun sebebi, Akdeniz ile Atlas Okyanusu bağlantısıdır. Oysa Hind Okyanusu için böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla Basra Körfezi ve Kızıldeniz’deki tersânelerde yapılan gemilerle oluşturulan donanmalardır. Hind Deniz Seferleri’ndeki başarısızlığın en büyük sebebi de, budur. Ne yazık ki, lojistik destek düzenli olarak sağlanamamıştır.

·         Osmanlı’ya coğrafyanın önemini anlatmaya çalışan Piri Reis’in bir dedikodu uğruna boynunu vurduran da büyük padişahımız Kanunî’dir. Hani Tayyip Bey’in dizide beğenmediği saray entrikaları var ya? İşte bugün bile bütün dünyanın takdirini toplayan zavallı Piri Reis onlardan birinin günahsız kurbanıdır.


Eğer Pîrî Reis’in i’dâmı konusunda gerçekten böyle düşünüyorsanız, ya câhilsiniz ya da art niyetlisiniz. Zîrâ Pîrî Reis’in neden i’dâm edildiği bilinmektedir. Bu i’dâmın sebebi, Kânûnî Sultân Süleymân Han’ın Hürmüz adasının fethedilmesi, bölgeden Portekizlilerden temizlenmesi, bunu yaparken dikkat çekmemesi ve bölgede kesin Osmanlı hâkimiyeti kurmak konusunda verdiği “hatt-ı hümâyûn”a, yânî pâdişâh emrine rağmen önce Ummân’a saldırmış ve Maskat’ı yağmalamıştır. Bunun üzerine Osmanlıların, kendi üzerine geldiğini tahmîn eden Hürmüz’deki Portekizliler, civârdaki bütün gemileri, Hürmüz’de toplamış ve kaleye çekilmiştir. Pîrî Reis ise birkaç küçük çaplı saldırıdan sonra geri çekilerek, Basra’ya gitmiştir. Zâten i’dâmının sebebi de bu olmuştur. Yânî hem pâdişâhın emrine karşı geldiği için, hem bu yüzden bozguna uğradığı için, hem de kimseyi dinlemeyip, geri çekildiği için.

Kanuni kendi zamanında bir de Malta’yı fethe yeltenmiş, oradan da Hz. Yahya şövalyelerinden sıkı bir sopa yeyip kös kös geri dönmek zorunda kalınmıştır. Bunun nedeni, bu kuşatma esnasında ateş püskürten makinalar icat eden şövalyelerin hem teknik hem de disiplin üstünlüğüdür. Bir de ağır bir yenilgi aldığımız bu savaş esnasında seksen yaşındaki büyük amiralimiz Turgut Reisimiz bir hiç uğruna şehit olmuştur.

Portekizlilerden sopa yenilmesinden sonra bir de Malta Şövâlyeleri’nden sopa yenilmiş… Savaşlar vardır ve ba’zen kazanılır, ba’zen kaybedilir. Her yenilgiyi, sopa yemek olarak görürseniz, buna cehâlet denemez. Ancak dalâlet ve gaflet arasında bulunduğunuz görülür. Savaşta yenilginin sebebleri arasında teknik zayıflık yoktur. Zîrâ böyle bir durum, söz konusu değildir. Yenilgide ada coğrafyası ile savaşın başında Turgut Reis’in şehîd düşmesinin payı büyüktür. Bununla berâber Turgut Reis’in bir hiç uğruna şehîd düştüğünü iddiâ etmek ise tam bir aymazlık alâmetidir. Zîrâ Türklerde, târîhin her döneminde savaşta ölmek, önemsenmiştir. Hattâ Teñrici Türklerde, yatağına eceli ile ölen bir kişi, korkak kabûl edilirdi.

Bununla berâber söylemekte fayda var. Malta’nın fethinin Kânûnî Sultân Süleymân Han’dan isteyen ve bunun için çaba harcayan, Turgut Reis’tir. Zîrâ bu büyük Türk denizcisi, biliyordu ki, Malta’nın fethi ile hem bütün Akdeniz, Türk kontrolüne girecek, hem de Avrupa’nın direnişi büyük ölçüde kırılacaktı. Tabiî, bunu sizin bilmemenize şaşırmamak gerekir. Zîrâ târîhçi değilsiniz.

Kanuni kendi devrinde cereyan eden coğrafi keşiflerden hiçbir şey anlamadığı için kısa zamanda Amerika’lardan gelen gümüş Osmanlı iktisadını allak bullak ederek torunu III. Murat zamanında ilk devalüasyonu yaşamamıza neden olmuştur. Yerim olsa o zaman medreselerde başlayan ve öğrenci şekaveti ile doruğa çıkan rezillikleri yazacağım.

Kânûnî Sultân Süleymân Han, coğrâfî keşifleri tâkib ettirmiştir. Hattâ Avrupalıların attığı her adımı tâkib ettirmiştir. Ancak Okyanus Avrupalıları’nın (İngiltere, İspanya, Portekiz) mücâdele alanı doğrudan, Osmanlı toprakları ya da denizleri olmadığı için arada büyük bir mücâdele yaşanmamıştır. Bununla berâber sizin, kalkıp, Sultân III. Murâd Han zamânında yaşanan devalüasyonu dedesine bağlamanız, gerçekten açıklaması çok güç bir durumdur. Bu yorum ile Türkiye’nin günümüzdeki durumunu Atatürk’e bağlamak arasında hiçbir fark yoktur. Aynı câhilâne tavırdır.

Yanlışlarınızı tek tek size yazdıktan sonra dileğim, bir daha târîhle ilgili hiçbir yorum yapmamanız, hiçbir yazı yazmamanızdır. Zîrâ târîh, böyle bir câhilliği kaldırmaz. Yazdıklarınız cehaletten kaynaklanmıyorsa, bu durum, bir art niyet göstergesidir ki, aslâ kabûl edilemez.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

3 Aralık 2012

"Jeolog Celâl Şengör'e Açık Mektûb" başlıklı yazıma, Celâl Şengör'den gelen cevâbî mektûb ve benim karşı cevâbım... 
Muhterem Kutlu Bey,

banim kanuni yazımı tenkid eden yazınızı okudum. Bu cevabını bence Cumhuriyet bilim Teknik'e göndermelisiniz. Orada size belegelerle cevap vermek hoşuma gidecektir, zira siz belli ki benim tarih konusundaki yayınlarımı ve faaliyetimi bilmiyorsunuz. Bir Almanca tarih dergisini yöneten büyük bilim tarihçisi Sayın Prof. Dr. Fuat Sezgin, Osmanlı'nın Hind Okyanusu politikasını anlatan bir kitabın eleştirel tanıtımını benden istemişti., Bu yazı yayımlanmıştır. Tarih öğretmeni olduğunuzu söylediğiniz halde sanırım literatürü izlemiyorsunuz. İzleseniz hem benim tarihteki araştırmalarımı öğrenir, hem de kendi yazdıklarınızın tarihsel destek ve mantıktan yoksun olduğunu görürdünüz (şunu htırlatayım: Ben ABD Jeoloji Derneğinin bilim tarihi bölümünün de bir yıl başkanlığını yaptım. Ayrıca benim tarih bilgimi Sayın Prof. Dr. ilber Ortaylı'ya da sorabilirsiniz)

Saygılarımla,

Celal Şengör

---------------------------------------------------------------------------------

Sayın Celâl Bey,

Târîhle ilgili yayınları, mümkün olduğu kadar tâkib etmeye çalışıyorum. Tabiî söylediklerinize göre "bilmediğiniz" şeklindeki yorumlarımı geri alıyorum. Ancak bence, sizin kariyerinizdeki biri için bu çok daha ağır bir mes'eledir.

Cevâb verdiğiniz için teşekkürler...


Esen kalınız...

KURT YÜREKLİ KUZU - DURSUN ÖNKUZU


-  Vahşîce biçimde öldürülen millîyetçi öğrenci Dursun Önkuzu'nun ve bütün şehîdlerimizin azîz hâtırâsına... - 

                Yerde aydınlık bir şekilde yatan bedenine bakıyordu. Gündüz sa’atleri olmasına rağmen, her yer karanlıktı. Hattâ öyle ki, gece bile bu kadar karanlık değildi. İşte bu karanlığın içerisinde, bir güneş suretinde yatan bedenine bakıyordu. İyi de, bu nasıl oluyordu?

            Yurdun pencerelerinden birinin önündeydi. Kendine baktı, havadaydı. Uçmuyordu, lâkin havada asılı gibi duruyordu. Bir ân, sâdece bir ân baktı. Daha fazla değil. İçeride birileri, nasıl geberttik, bir faşist eksildi gibi sözler söylüyor. Besbellî bir ölüme seviniyorlardı. Peki, ama niye?

            Bir ândan daha fazla bakamadı, pencereden içeriye. O bir ân bile bütün düzenini alt etmeye yetmişti. Yeniden yerdeki güneşe gözlerini dikti. Herkes başında toplanmıştı. Hattâ polis bile gelmiş. Ancak yerdeki güneşi gördükten sonra harekete geçmişti. Bunlar olurken, o, olanların hiçbirini görmüyordu. Görmesinin bir önemi de yoktu, zâten.

            Bir ara yerdeki güneşin yüzü, yana çevrildi. Bunu fotoğraf çekmek isteyen polis fotoğrafçısı yapmıştı. Ancak o, sâdece yüzün döndüğünü gördü ve gözlerine inanamadı. Yerdeki güneş, kendisiydi. Hemen kendini yokladı. Hâyır, dedi, olamaz. Ama olmuştu, ölmüştü. O ân, gözlerinden bir damla yaş döküldü. Bu yaş, kendi gibi mânevî değil, bilâkis maddî idi. Gözlerinden akan bir damla yaş, yerdeki güneşin gözlerine değdi ve kan olarak aktı.

            Bir anda her yer aydınlanmaya başlamıştı. Ama yine de yerdeki güneş, o kadar aydınlıktı ki, göklerin güneşi, onun yanında sahte kalıyordu. Bunlar olurken, neden öldüğünü düşünmeye başladı ve biraz önce bir ânlık içeri baktığı pencere, aklına geldi. O pencerenin bulunduğu odada, kendisine yapılanlar aklına geldi, işkenceler, aklına geldi. Edilen küfürler, hakâretler aklına geldi.

* * *

            Bir sandalyeye oturtulmuştu. Elleri ve ayakları, sandalyeye bağlıydı. Arkasında sarı yıldızlı, kızıl bir “şey” asılmıştı. Sürekli soru soruyorlardı. Soru sorarken, küfür ve hakâret ediyorlardı. Ne Türklüğü, ne Müslümânlığı, ne annesi, ne kardeşleri, ne babası… Küfür ederken, hiçbir değerini bırakmıyorlardı.

            O ân içlerinden biri, grubun lideri olan, tâm karşısına geçti. “Herkesin ismini vereceksin” dedi. “Bu okulda okuyan bütün faşistlerin isimlerini, adreslerini vereceksin” dedi. Cevâb vermedi. Zâten ne sorularına, ne küfürlerine, ne de hiçbir sözlerine cevâb vermiyordu. Tâm bir tevekkül hâlinde kendini Allah’a teslîm etmişti. Sonunu biliyordu. Buradan kurtuluşu, ancak şehâdetle mümkün olacaktı. Bu önce bir his, sonra bir tahmîn, sonra da bir kaynağı bilmediği bir bilgi hâlini almıştı.

             Grubun lideri olan kişinin üzerinde hâkî yeşil bir parka, boğazlı bir kazak vardı. Bıyıkları, ba’zılarının pos bıyık dediği, ba’zılarının ise Stalin bıyığı dediği bıyık şekliydi. Boyu, biraz uzundu. Üniversitede okuyordu, ancak bu onun cehâletini ortadan kaldırmamıştı. Atıp, tutmayı seviyordu. Devrim yapacaklardı. Önce bayrağı değiştireceklerdi. Sonra devletin adından başlayarak Türk adı nerede geçiyorsa, sileceklerdi. Ardından sıra Müslümânlığa gelecekti. Gericiler, diyordu, bir tâne bırakmayacağız. Ya yeni düzene uyacaklardı, ya da yok olacaklardı. Bütün fabrikalara, atölyelere, çiftliklere, tarlalara, işçiler adına el konulacaktı. Ama ne tûhâf ki, hayâtında bir gün bile ne tarlada, ne de herhangi bir fabrika ya da atölyede çalışmamış olan bu kişi, kalkmış, her şeye işçiler adına el koyacağız, diyordu. Ama işçiler değil, bunlar el koyacaktı.

            Bunun için ise işe, faşistleri ortadan kaldırarak başlayacaklarmış. Daha faşist ve faşizm kelîmelerinin ne olduğunu bilmeyen bu kişilerin gözünde, vatanını, Türklüğünü ve dînini seven herkes, faşistti. Bu yüzden faşistlerin, üniversitede okumalarına izin vermeyeceklerdi. Onları, derslere sokmayacaklardı. Çoğu garibân âilelerin evlâdları olan ve tek dertleri okumak olan bu gençlere, izin vermeyeceklerdi. Çünkü onlar gibi olmayan herkes, yok edilmeliydi.

            Sorgu, suâl faslı, işkence ile berâber devâm etti. Hiçbir şey söylemedi. Dilinden tek kelîme çıkmadı. Ama dilinin söylemediklerini, rûhu öyle güzel anlatıyordu ki, bunu sâdece rûhların dilini bilenler anlayabilirdi. Öyle bir tevekkül vardı ki, ne sopa, ne de başka bir işkence âleti, umrunda değildi. Ancak karşısında her türlü insânî özelliği terk etmiş, tanımadıkları bir insânı, sebebsiz yere ezerek, yok edeceğini sanan insânlar vardı ve onun tavrı, bu insânların, daha da fazla insânlıktan çıkmasına yol açıyordu.

            Grubun lideri, her şeyi planlamıştı. Neler soracağını ve neler yapacağını… Hattâ öldürmek gerekirse, nasıl öldüreceğini de… “Odamdan pompayı getirin” dedi. Hemen getirdiler, bu bir bisiklet pompasıydı. Yanındakiler, “Ne yapacağız” diye sordu. “Ağzına sokun” dedi, “Ucu, ciğerlerine kadar gitsin”. Böyle bir işkenceli cinâyet diğerlerinin aklına bile gelmemişti. Ancak hepsi, buna çok sevindiler. Bunu da zâten kahkahalarıyla bellî ettiler.

            Pompanın ucunu, ağzına sokmaları zor olmadı. Zâten işkencenin etkisi ile kendinden geçmişti. Birkaç sâniyede, pompayı epeyce soktular. Liderleri olan kişi, pompa ucunun, ciğerlerine ulaştığına emîn olduktan sonra “Tamâm” dedi. “Yeterli”. Sonra arkadaşlarına döndü ve şöyle dedi. “Biz devrimci halk savaşı veriyor ve faşist halk düşmanlarına karşı mücâdele ediyoruz. Dolayısıyla bu bir cinâyet değildir. Biz, devrimin önündeki engelleri kaldırmak için faşistlere gözdağı veriyoruz. Böylece görecek ve anlayacaklar ki, hiç kimse devrimi engelleyemez.”  

            Sözlerini bitirdikten sonra bir göz işâretiyle, yanındakine emîr verdi ve ciğerlerine hava pompalamaya başladılar. Birkaç dakîka boyunca bu işlemi devâm ettirdiler. Artık ağzından oluk oluk kan akıyordu. Ama hâlâ ölmemişti. Yine bütün değerlerine bir dizi küfür ettikten sonra “Atın, şunu aşağıya” dedi. O ân pencere açıldı ve pencereden aşağı düştü.

            Cân verdiğinde havadaydı. Bu yüzden rûhu havada asılı gibi kalmıştı. Ancak bedeni yerdeydi ve güneş gibi parlıyordu. Ama aydınlıktan bahsedenlerin, hem rûhu, hem beyni karanlık olduğu için bunu göremediler.

* * *

            Cenâzenin yapılacağı âna kadar rûhu, orada kaldı. Ancak ertesi gün, yânî 24 Kasım 1970 Salı gününe kadar. Salı günü Tokat’ın Zile ilçesinden gelen selâ sesi ile bir ânda, kendisini tabutunun başında buldu. Biraz sonra vakit namâzının ezânı okundu ve bütün Zile ile dört bir yandan gelen kardeşler, hep berâber önce vaktin namâzını kıldılar, ardından da cenâze namâzı kılındı.

            Artık rûhu, şaşkınlık içerisinde değildi. Tam tersine erişilmesi güç bir mutluluk sarmıştı, bedenini. Ancak orada annesi ile babasını görmek, onu üzüyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Onlar da, oğulları üzerinden Allah tarafından “şehîd anne ve babası” olarak ödüllendirilmişti.

            Cenâze namâzı kılındıktan sonra mezârlığa geçildi ve bedeni defnedilmek üzere tabuttan çıkarıldı. O ân, iki damla göz yaşı aktı, rûhundan ve damlanın bir kısmı başına, bir kısmı da göğsüne düştü. Damlanın düşmesiyle berâber göğsünde ve başında kan görünmeye başladı ve beyaz kefeninin üzerindeki al kan, onun şehâdet berâtı oldu.

            Son küreğin atılmasından sonra rûhu, önce mezâr taşındaki “Ülkü Şehîdi Ertuğrul Dursun Önkuzu” yazısına baktı ve ardından yavaş yavaş yükseldi. O esnâda uzaklardan bir şâirin, mısrâları okunmaya başlandı. Rûhundan damlayan diğer damla ise şâirin[1] kalbine düştü ve uzaklardan gelen selâma, şi’riyle cevâb verdi.

            Önkuzu hey! Önkuzu! 
                               Önde gider Önkuzu...                  
                                                                     Anası 'Dursun' demiş...                                                                    Durmaz… Gider Önkuzu...


23 Kasım 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Niyâzî Yıldırım Gençosmanoğlu