15 Eylül 2015 Salı

KÖY ENSTİTÜLERİ

“Bu umumî şartlardan sonra bendeniz, bu kânûnda bir noktayı mahzûrlu görüyorum: O da 3. maddesi hükmile Köy Enstitüleri'ni, yalnız köy ilk okullarını bitiren çocuklara hasrediliyor. Şehir ve kasaba çocuklarının köylerle temasını kesiyor. Hâlbuki dünyânın her tarafında bu temâsı çoğaltmak için yeni yeni tedbirler alındığını görüyoruz. Büyük şehir çocuklarının köylere gitmelerini te'mîn için bütün milletler yarış ediyorlar. Biz ise, bir iki şehrimiz müstesnâ, İstanbul, İzmir, Bursa gibi diğerleri zâten mâhiyeti itibârile ufak olan ve halkının büyük bir kısmı ziraât yâni köy işlerile meşgul olan kasabamsı şehirlerde ve kasabalarımızın mekteblerinden çıkan ve belki de babasının ziraâtla ve yâhûd meyvacılıkla meşgul olan çocukları bile köylere almıyoruz. Şu hâlde 40 - 50 sene sonraki hayâtı tasvîr edersek memleketimiz ikiye ayrılmış olacaktır. Biri köylünün kendi ruhile terbiyesi, biri de şehirli kısmı. Hâlbûki bugün görüyoruz, gerek iktisâdî ve gerekse siyâsî bir takım doktrinlerle tıpkı ahlâkî mes'elede arzettiğim gibi büyük büyük teşekküllerle büyük devletler çok meşgûl oluyorlar. Biz şehir ve köy çocuklarına böyle birbirlerile kaynaştıracak yerde bir sâfiyet-i fikrîye ile ayırırsak, sonra acaba bu köylere başka taraflardan yapılacak telkînlerle günün birinde biz bu şehirlilerin karşısında başka fikirlerle onları mücehhez bulmaz mıyız?”

Kâzım Karabekir – 17 Nîsân 1940 – Köy Enstitüleri hakkında TBMM görüşmeleri

"Bendenizce Köy Enstitüleri, memlekette ilmî bir sûrette köylüyü kalkındırmak ve köylüyü terbiye etmek ve köylüye cihânı anlatmak için büyük bir teşebbüstür. Fakat bu teşebbüs köylüyü, şehre getirmek teşebbüsü değildir. Köylünün köyüne, arâzisine sevgi ile bağlı olarak köyünde çalışması için yapılmıştır."

Kâzım Nami Duru (Manisa Milletvekili) - 17 Nîsân 1940

"Arkadaşlar; bu kânûnla bizim yaptığımız şey, bir kopya değildir. Fakat indî, uydurma bir iş de değildir. Bizim yaptığımız bu işi, Bulgaristan'da başka mâhiyette görürsünüz, Meksika'da başka şekilde bulursunuz. İlk öğretim mes'elesini bundan bir asır evvel hâlletmiş memleketlerde de başka şekillere tesâdüf edersiniz. Biz hiç bir memleketin ilk tahsîl mes'elesini hâllederken aldığı tedbîrleri aynen almadık. Hepsinin târîhini biliyoruz, câhîli değiliz. Bunları kendi memleketimizin fiîlî hakîkatine ve içtimaî realitesine uyarak yapmış bulunuyoruz."

Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel - 17 Nîsân 1940

            Köy Enstitüleri, kurulduğu dönemden beri Türk eğitim sistemi içerisinde tartışılan kurumlar olmuşlardır. 1940’lı yılların köy eğitiminin temelini oluşturan bu yapı, bir kesim için muhteşem bir eser iken, bir kesim için ise tam tersi bir şekilde bozguncu bir yapıdır. Bu okullarla ilgili yapılan her iki yorumda, bilimsellikten uzak yorumlardır. Peki, Köy Enstitüleri’nin gerçekte durumu nasıldı?

            Köy Enstitüleri, 1940 yılında kurulmuş olan köy öğretmen okulları ile köy eğitim merkezleri denilebilecek kurumlardır. Geçmişteki köy öğretmen okulları ile ba’zı köy okullarının Alman nasyonel sosyalizmi ile Sovyet komünizmindeki “kollektivist” köy-tarım okullarının, Türkiye koşullarına uyarlanmasıyla oluşturulmuş kurumlardır. Her ne kadar gerek dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,  gerek dönemin İlköğretim genel müdürü İsmâil Hakkı Tonguç ve diğer birçok kişi, Köy Enstitüleri’nin tamâmen millî bir kurum olduğunu ve hiçbir yerden etkilenme olmadığını söyleseler de, Köy Enstitüleri’nin kuruluşundan önceki yıllardan hem Almanya’da, hem de SSCB’de kurulan “kollektivist” köy-tarım okullarının, hem programı, hem hedefi ile Köy Enstitüleri arasında çok sayıda benzerlik bulunmaktadır. Kaldı ki, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in yukarıda alıntı yaptığım sözlerinde, sistemin, birçok ülkeden alınmış olduğu ortaya çıkmıştır.

            Yukarıda alıntı yaptığım üç konuşmada, “Köy Enstitüleri Hakkındaki Kânûn”un TBMM’ne sunulduğu 17 Nîsân 1940 târîhinde yapılmıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın konuşmasının tamâmına bakıldığında, genel olarak Köy Enstitüleri ile ilgili övücü sözler söylemektedir. Ancak alıntı yaptığım kısımda da görüleceği gibi bu kurum ile ilgili çekincelerini belirtmiştir. Gerçi Hasan Âli Yücel, buna, kendince bir cevâb verse de, bu cevâb, sâdece geçiştirme amacı taşıyan bir cevâb olmuştur.

         Karabekir Paşa’ya göre bu okulların kuruluş kânununda, sâdece köy çocuklarına açık olduğunun yer alması, köylü ve şehirli ayrımına yol açacaktır ve köy çocukları ile şehir çocuklarının farklı bir kültüre sâhib olmalarına yol açacaktır. Eğitimin en önemli amaçlarından biri, milleti birbirine yaklaştırma ve bölünmeyi engellemektir. Oysa böyle bir ayrımın, kânûnun 3. maddesine eklenmesi, devletin, bizzât kendi ayağına kurşun sıkması demektir. Kaldı ki, bu kurumun kaldırılmasından sonra yaşananlar ve birçok enstitü me’zûnunun yaptıkları, açık bir şekilde Karabekir Paşa’nın ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

            Bununla berâber Köy Enstitüleri’nin bir Türkiye modeli ortaya koymuş olduğu muhakkaktır. Manisa milletvekili Kâzım Nami Duru’nun da ifâde ettiği gibi asıl mes’ele, köylünün köyünde kalarak, yaşamasını te’min etmektir. Oysa bilindiği üzere o dönemde 17 milyon olan Türkiye nüfusunun büyük bölümü köylerde yaşamaktadır. Bu yüzden de sanâyîleşmek isteyen ve fabrikalar açan Türkiye için bu aslâ kabûl edilemez bir durumdur. Zîrâ sanâyîleşmek için şehirlerde yeteri kadar işçi nüfûsuna ihtiyâc vardır. Bu ise ancak köyden, kente göç ile te’min edilebilirdi. Enstitüler ise bunun önüne geçtiği için Türkiye’nin sanâyileşmesi için ciddî bir engel teşkîl etmesi ihtimâli belirmiştir. Tabiî olarak Türkiye’nin sanâyîleşmesini, Köy Enstitüleri engelledi, gibi bir genelleme bilimselliğe ve gerçeğe uymaz. Ancak payını inkâr etmekte yanlış olur.

            Dışarıdan bakıldığında “köycü” gibi görünen bu kurum, var olduğu dönemde köylüye dönük “angarya” uygulaması, öğrencilerle berâber “köylüyü terbîye” gibi uygulamalardan dolayı köylerde de zamân zamân tepkiyle karşılanmıştır.


         Sonuç olarak bakıldığında Köy Enstitüleri’ni kuşbakışı olarak incelediğimizde, yanlış zamânda, yanlış amaçlarla, yanlış şekilde programlanmış ve yapılandırılmış, olumlu bir kurum olarak niteleyebiliriz. Bu yüzden de önce içi boşaltılmış ve işlevsizleştirilmiş, sonra da kapatılmıştır. Dışarıda olan her şeyi, aynen Türkiye’ye almanın, bunu yaparken de Türkiye’ye uyup uymayacağını düşünmeyenlerin, bu kurumların ortadan kaldırılmasında en büyük payı olduğu unutulmamalıdır.     

22 Kasım 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA       

7 Eylül 2015 Pazartesi

Terör ve Buna Karşı Düşüncelerim

Kürd terör örgütü PKK, kurulduğu 1978 yılından beri binlerce saldırı yapmış, büyük çoğunluğu Kürd olmak üzere on binlerce sivili katletmiş, büyük çoğunluğu Türk olmak üzere on bin civârında asker, polis, öğretmen, imâm ve doktoru şehîd etmiştir. Son olarak ise 6-8 Eylül 2015 târihleri arasında 16 askerimizi şehîd etmiştir. Ayrıca Iğdır'da 13, Tunceli'de de 1 polisimiz şehîd edilmiştir.

Şimdiye kadar birçok şey söylendi ve yapıldı. Elbette yine yapılacaktır, operasyonlara çıkılacak, terörist kampları imhâ edilecektir. Öldürülen terörist sayısı, Türkiye’ye îlân edilecek ve gereğinin yapıldığı söylenecektir.

Peki, gerçekten gereği yapılabilir mi? Bu mümkün mü? Öncelikle gereğinin ne olduğunu bilmemiz ve madde madde yazmamız gerekiyor.

1.·         İlk olarak PKK’nın rahatlıkla eylem yapabildiği, yol kesebildiği, yerel destek bulabildiği bölgeler, köy köy tesbît edilmeli ve bir harita çıkarılmalıdır.

2.·         Bu haritaya göre bu bölgelerde, sıkıyönetime geçilmelidir.

3.·         Bir ülkenin sınırları içerisinde yüzlerce kişilik silâhlı bir grup, o ülkenin askerî birliğine saldırabiliyorsa, bu bir nevî işgâl hareketidir. Bu durum ise savaş koşuludur. Bu durumda o bölgede, bu haritaya uygun olarak TBMM, geçici seferberlik îlân etmelidir.

4.·         Geçici seferberlik îlânı ile berâber bu haritanın bulunduğu bütün bölgeler, “Seferberlik Bölge Komutanlığı” tarafından yönetilmeli ve bu komutanlık, Malatya’daki 2. Ordu Komutanı’nın komutasında ve yönetiminde olmalıdır.

5.·         İllerin vâlilik görevlerini askerî garnizon komutanları üstlenmelidir.

6.·         Bu haritaya göre bu bölgedeki bütün sivil devlet unsurları lağv edilmeli ve yerlerini askerî devlet unsurlarına devretmelidir. Sağlık, eğitim ve güvenlik ile ilgili devlet işlerini de bu unsurlar yönetmelidir.

7.·         Bu haritaya göre her dört ya da beş köyün ortasında olacak şekilde, büyük, güvenlikli ve yatılı okullar (ilk ve orta) inşâ edilmeli, köylerdeki bütün okullar kapatılmalıdır. Köylerde görev yapan öğretmenlerin ve imâmların güvenliği sağlanmalı, güvenlik açısından sıkıntılı bölgelerde görev yapanlar ise güvenli bölgelere çekilmelidir.

8.·         Bu harita kapsamında yer alan bütün seçilmiş unsurlar (belediye ve muhtârlıklar) lağv edilmeli ve mensûb olduğu siyâsî görüş ve harekete bakılmaksızın tamâmının görevine son verilmelidir.

9.·         Bütün ülke çapında terör örgütüne destek veren ya da onun söylemini kullanan bütün siyâsî partiler ile dernek, sendika, vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarının derhâl faâliyetlerine son verilmeli ve bu yerlerin bütün mâl varlıkları, uygulama sonuna kadar dondurulmalıdır. Ayrıca uygulama bölgesinde, bütün siyâsî faâliyetler, sona erdirilmelidir.

10.·          Bütün köylere askerî yığınak yapıp, örgütün köyler ile ilişkisi kesilmelidir. Bu askerî yığınak, köyün çevresi ile köyün okulunu câmisini koruyacak şekilde olmalıdır. Ayrıca köylülerin elinde bulunan bütün ateşli silâhlara (av tüfekleri de dâhil), bedelsiz ve geri dönüşsüz, el konulmalıdır. 

11.·         Bunlar yapıldıktan sonra askerî operasyonlar başlamalıdır. Bu arada seferberlik bölgesinde, bir nevî İstiklâl Mahkemeleri görünümünde olan olağan üstü mahkemeler kurulmalıdır ve i’dâm cezâsı, yeniden yasallaştırılmalıdır. Ardından ise Türkiye’nin elinde bulunan, PKK’nın bütün üst düzey yöneticileri, aynı ânda ve aynı yerde buna göre cezâlandırılmalıdır. İ'dâm cezâlarının onaylanması, tamâmen "Seferberlik Bölge Komutanı"nın (2. Ordu Komutanı) yetkisinde olmalı. Onay, iptâl ya da TBMM'ye gönderme gibi seçenekleri olmalıdır.

·         12. Bunlar yapıldıktan sonra bölgede tekrâr demokratik yaşam devâm ettirilmelidir. Birçok sosyal ve kültürel hâk, bu kapsamda verilebilir. Bunların yapılmasından sonra verilirse, bu, Türkiye Cûmhuriyeti'nin bölgeye karşı bir lütfu olacaktır. 


Bu yazılanları, bölgede bir yıl süreyle görev yapmış ve görebileceği her şeyi görmüş olan bir kişinin düşünceleridir. Gerçekleştirilir ya da gerçekleştirilmez, ancak ben, bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Bizim yapabileceğimiz ise ne yazık ki, sâdece doğrularımızı savunmaktan ve ifâde etmekten ibâret...

5 Eylül 2015 Cumartesi

TİYATRO BİTTİ - Selin’in Kaleminden -




1

Hatice’nin Gökçen’le bana yazdığı mektubu okuduğumda, gerçekten “tiyatro bitti” diye düşündüm. Gökçen, sanki beynimin içini okumuşçasına, gözlerime baktı ve “Hayır” dedi, “tiyatro bitmedi, yeni başlıyor”.

Gözlerine baktım Gökçen’in ve sordum. “Emin misin, tiyatro şimdi mi başlıyor?”. “Evet” dedi, “evet, şimdi başlıyor.”

Kendimi bir an Gökçen’e teslim ettim. Bütün irâdemi ona bıraktım. Sonra bana dönerek, “Kalk, gidelim”.

Yürümeye başladık. Aklımda Hatice vardı. Hatice’nin o, yerde, cansız yatan, soğuk bedeni gözlerimin önünde gitmiyordu. Bir de son cümlesi, “tiyatro bitti”. Gerçi Gökçen, tiyatronun yeni başladığını söylüyordu ama ya gerçekten bittiyse, biz uzatmaya çalışıyorsak, yerimizden kalkmak istemiyorsak ne olacaktı?

            Beynimdeki bu düşüncelerden, beni kurtaran Gökçen oldu. Bir kafenin önünde, “oturalım mı” şeklindeki sözü, beni kendime getirmeye yetti. Gökçen, benim için endişeleniyordu. Ruh ikizi gibi tanıma inanmasa da, gerçekten de Hatice ile benim ruh ikizi gibi bir şey, belki bir kader ikizi olabileceğimizi düşünüyordu.

            Oturduk ve oturmamızla beraber, genç bir garson yanımıza geldi.

-          Bir şey ister miydiniz, hanımlar?
-          Çay.
-          Çay mı?
-          Sen çay getir.

O an, sen çay getir, derken, ağzımdan çıkan ses, âdetâ Hatice’nin sesiydi. O öfke, o kızgınlık… Başka birinin olamazdı bu. Tabii olarak bu durumda, benimle ilgili olarak Gökçen’in daha da fazla korkmasını sağlıyordu.

Çayları, aynı garson getirmişti. Ama bu sefer, bana bakmamış, doğrudan Gökçen’le temas kurmuştu.

Garson gittikten sonra, Gökçen’in gözlerinin içine bakarak sordum: “Hatice ile benim, en çok neyimiz benziyor?”

“Her şeyiniz” dedi, hiç düşünmeden. “Âdetâ kaderiniz beraber yazılmış.”

-          Biliyor musun, bazıları buna “ruh ikizi” diyorlar.
-          Öyle şeylere inanmadığımı biliyorsun. Ama her şey bir yana, gerçekten de kaderiniz çok benziyor ve bu da beni korkutuyor.
-          Kendimi öldüreceğimden korkuyorsun, değil mi?
-          Evet, bundan korkuyorum.
-          Bende bundan korkuyorum.

Sonra sustuk. Yaklaşık on beş dakika, ne ben konuştum, ne de Gökçen. Sonra suskunluğu yine ben bozdum.

-          Ailemle ilgili ne biliyorsun?
-          Senin anlattığın kadarı. Sadece boşanmış oldukları.
-          Bir tarafta ateist bir baba. Ama öylesine ya da insanlara saygılı bir ateist falan değil. Gerçekten inançlı bir ateist. Ateizmin bütün kurallarına harfiyen uyan, hattâ bunun çok ötesinde olan biri. Bir, din düşmanı, iki kelimesinden biri din olan, mutaassıp bir ateist. Öteki tarafta da zamanında babamın etkisi ile ateist olmuş, ama sonra Müslüman olup dine yönelen, üstelik târikâta girecek kadar kendini kaptırmış bir anne. Söylesene ben, bu ikisinin arasında nasıl yaşarım?
-          Zor bir durum. Ne söylesem boş. Yaşamayan bilemez.
-          Babam annemi, gerici, örümcek kafalı olarak görüyor. Annem babamı, din düşmanı, kâfir, kötü, şeytan olarak görüyor. Şimdi hangisi haklı? Hangisinin yanında olmalıyım?
-          Benim ailem, dinî değerleri olan, İslâm’ı olduğu gibi yaşayan ve kimseye karışmayan, herkesle arası iyi olan bir aile. Bana göre ikisi de yanlış yolda. Annen de, baban da. Baban bir kere çok katı, çok kapalı olduğu için çöküşe hazır insanlardan. Annen de, kolay savrulabildiği için çöküşe hazır insanlardan.
-          Haklısın.  

2

Babamla annem, üniversitede tanışmış. Babam, materyalist felsefeyi benimsemiş ve bütün dinleri reddetmişti. Zaten arkadaşları da kendi gibiydi. Bir düşünceyi incelerken bile dine bakışına göre incelerdi. Öyle ki, Kemalizm’in laikliğini bile eksik bulur, Atatürk’ü dini neden kaldırmadığı konusunda eleştirirdi. Bu noktada Sovyet rejimini beğenir ve Marks’ı dünyanın “tek” gerçek filozofu olarak görürdü.

Karizmatikti. Daha doğrusu kendi arkadaş ve düşünce çevresinde ilgi çeken biriydi. Annemde böyle bir ortamda ona ilgi duymuş ve bu ilgi, sonunda evliliği getirmiş.

Annem, babamın etkisi ile bu dönemde ateist olmuş. Zaten ailesinden de bu konuda bir eğitim almadığı için babamın etkisine açık bir hâldeymiş.

Bizim ev, ağzına kadar kitap doludur. Ama bu kitapların yarısı, Marksizm’i anlatan kitaplar, yarısı da ateizmi anlatan kitaplardır. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in kitapları ile Turan Dursun ve İlhan Arsel’in kitapları, başköşede durur. Kutsal kitap muamelesi görürler. Bunların dışında kitap bulamazsın evde. Diğer fikirler ile dinleri anlatan kitaplar da, babamın sevdiği yazarlar tarafından yazılmışsa girebilir. Babam, herkesi kendi görüşleri ile değerlendirir. Kimseyi kendi dilinden dinlemek gibi bir düşüncesi yoktur.  

Meselâ Atatürk’ü çok iyi bilir ya da öyle sanır. Atatürk’le ilgili çok kitap okumuştur ama bir kere bile Nutuk’u orijinalinden okumamıştır. Sadece bir kere Hıfzı Veldet’in düzenlediği Söylev’i okumuştur, o kadar.

Bugünkü olayları anlatayım babama, yorumu bellidir. Din baskısı ile ezilen gençlerin, fırsat bulduklarında kendilerini ortaya atma biçimidir, ona göre. Hatice’nin intihârı ise bu sebeple bunalıma kapılan gençliğin çıkış yolu.

Ben ortaokuldaydım. Annem o dönem bir sorun geçirdi. Depresyon gibi bir şey. Kimse ile konuşmadı, içine kapandı. Öyle kırılgan oldu ki, dokunsan ölecek sanki. Bu dönemde annem, babamdan destek bekledi. Onun yardımını istedi. Babam bir gün bile ilgilenmedi.

Bir gün annem, sanırım Ramazandı, yolda yürürken bir ses duyuyor. Farklı bir ses, aslında farklı değil ama kendisini farklılaştırmaya çalışanların arasında yaşadığı için ona farklı gelen bir ses duyuyor. Yaklaştıkça bu sesin, ney sesi olduğunu anlıyor. Ney’i çalan adam da, annemi fark edince, içeri buyur ediyor ve çalmaya devam ediyor.

Hiç tanımadığı birinden gördüğü bu yakınlık, annemi çok etkiliyor ve her gün oraya gitmeye başlıyor. Bu arada gittiği yerde, her gün, günde bir saat, Kur’ân okunuyor. Okuyan ise neyzenin oğlu.
Annem uzun süre bu durumu, bizden gizledi. Babamdan gizlemesinin sebebi, alaya alacağı ve kendisini aşağılayacağı içindi. Bunun böyle olacağını biliyordu. Çünkü babam, inançlı insanları, hangi dinden olursa olsun, küçümser, adam yerine koymazdı, aşağılardı. Benden gizlemesinin sebebi ise çocuk aklımla babama söylemeyeyim diyeydi.

Babam da annemin, ne yaptığını fazla merak eden biri değildi. Herkesi kendinden küçük gördüğü için, buna annem ve ben de dâhil, kimsenin ne yaptığı ile pek ilgilenmezdi.

Bir gün eve geldiğimde annem, farklı bir müzik dinliyordu. Bu bir ney dinletisiydi. Şaşırdım, bunun ne olduğunu sordum anneme. Ney dinletisi, dedi. Ney? Hayatımda ilk defa duyduğum bir şey.

Anneme dönerek;

-          Anne, iyi de, ney, ne ki?
-          Üflemeli bir müzik âleti.
-          Çok güzelmiş. İlk defa duydum.
-          Kızım biliyorsun, baban, bu konularda çok katı, anlayışsız. Onun haberi olmasın. Bu ses, beni rahatlatıyor. Yıllardır aradığım huzuru buluyorum. Duyarsa, yine kırar beni. Aramızda kalsın, anne-kız sırrı olsun. Tamam mı?
-          Merak etme, anne. Anladım. Sanırım dinî müziklerde çalınan bir şey. Çok güzel, çok huzurlu.
-          Öyledir.
Babama, hiç söylemedim. Hâlâ da bilmez. Annemden boşandıktan sonra bile söylemedim. Zaten söylememe de gerek kalmadan, annem, neyi terk etti.

Babamın annemin üzerinde yarattığı etki, hâlâ devam ediyor. Fikirler ve inançlar değişse de devam ediyor. Öğrenmek istediklerini, kaynağından değil; başkalarından öğreniyor.

Biliyor musun, annem, bir gün olsun, Kur’an’ı okumadı. İslâm’ı incelerken bile Kur’an’dan değil, başka kitaplardan inceledi. En sonunda da yolunu kaybetti.

Bir gün eline bir kitap geçti. Dinî bir kitaptı. Heyecanla okudu. Bir iki günde kitabı bitirdi. Bu kitap için de anneme söz vermiştim, babama söylemeyeceğime dâir.

Bu kitap, annemi epeyce bir sarstı. Neyzenin neyiyle, okunan Kur’an, ruhunu rahatlatmış, bunalımdan çıkarmıştı. Ama annem için bu yeterli değildi. Okuduğu kitap, her türlü müziğe karşıydı. Hatta ney çalmayı, kâfirlik olduğunu söyleyen bir kitaptı. Hatta bazı bölümleri, daha da sert ve katıydı.

Bir gün annem, yine neyzene gitti, yanında bende vardım.

-          Neyin, dindeki hükmü nedir?
-          Kızım, dinimizin neyle ilgili bir hükmü yoktur. Her ne kadar bazıları, bunu günâh olarak görse de, doğrusunu Allah bilir, ben bunda bir günâh görmüyorum.
-          Peki, gerçekten günâhsa?
-          Kızım, biz neyi peygamber aşkına çalarız. Onu düşünerek, onu hissederek çalarız. Anlatılır ki, Peygamber Efendimiz, Allah’ın kendisine ihsân ettiği esrâr ve hikmet denizinden bir damlasını, ilmin kapısı Hazreti Ali’ye de emânet eder ve “Bu sırları sakın ifşâ etme!” diye sıkı sıkı tembihler. Hazreti Ali, kendisine tevdî edilen bu emânete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Çöllere düşer. Derûnunda sakladığı esrârı bir kör kuyuya döker. Vakt olur, kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat ney’den çıkan bu ses, o kadar içli ve yanıktır ki, herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftûn olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arab kabîleleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar. Biz böyle inanırız, dileyen inanmaz.

Neyzen, annemdeki değişimi fark etmişti. Üzüntüsü gözlerinden okunuyordu.

Dükkândan çıkarken, annem, hayatında sahip olduğu, onu rahatlatan şeylerin hepsini bırakarak oradan ayrıldı.

Hani derler ya, insan, bir kötülüğü istesin, onu bulmaktan kolay bir şey yoktur. Bundan sonraki gelişmeler çok hızlı gelişti. Annem kitabın yayıncısını buldu, günlerini onlarla geçirmeye başladı. Sonra babama durumu anlattı ve onu dine dâvet etti. Babam da karşılığını boşayarak verdi. Sonuç ortada. Ben. Silik, ezik ben.

Neyse, saatlerdir ben konuşuyorum, sen dinliyorsun, sıkmıyorum değil mi seni?

-          Olur mu, canım öyle şey. Seni tanıyorum.
-          Sizin okula geldiğimde, beni nasıl fark ettin? Ben hiç fark edilen bir insan olmadım ki.
-          Bizim gibi bir okula gelirsen, fark edilmemek şansın yok. Kaldı ki, sen, her ne kadar sessiz görünsen de, içinde patlamaya hazır bir volkan bekliyor. Hatice de senin gibiydi. Aranızdaki tek fark, o içini dışına da yansıtan biriydi. O isyânını, bütün varlığı ile sen, sessizliğinle yaşayan insanlarsınız. O yüzden dikkat çekmeniz, en azından benim için, zor olmadı.    
-          Neyse, devam edeyim o zaman ben.

Lise hayatım sürekli bocalamayla geçti. Annem ve babamın, zıt ama ikiz dünyasında bocalayan ve bocaladıkça ezilen bir kıza döndüm. Sonrası da sizin okul işte.

İnan, sen benim için de, Hatice için de dayanaktın. Üçümüz arasında sözsüz, kendiliğinden gelişen bir arkadaşlık vardı. Hatice de, ben de senden güç alıyorduk. İkimizin de hayata dâir umudumuzu arttırıyordun. Ama o olay…

O zibidinin, o lafı, öğretmenin susması, bitirdi bizi. Ben Hatice gibi değilim. Cesâret edemem, öyle büyük bir karar vermeye ama. Ama bitti. Ruhum öldü. Hatice sınıftan fırladı. Kendine öğretmen diyen adamda, Hatice’ye kustu kinini. Neden hep, zayıflar, zayıf gördüklerini ezmek ister de, güçlülere direnmek istemezler? Zayıf oldukları için mi, yoksa korktukları için mi?

Aklımda buraya gelmek yoktu, biliyor musun? Okuldan çıktıktan sonra eve gittiğimi sandım, buraya geldim. Oysa yol, tam ters yönde. Üstelik Hatice’nin evini de bilmiyorum? Ne tuhaf değil mi?

-          Bana da, sana olanlar oldu. Ben de Hatice’nin evini bilmezdim.

Tuhaf. Hayat tuhaflıklarla dolu. Sonra Hatice’yi gördüm. Net, tertemiz. O da beni gördü. Gülümsedi ya da ben öyle sandım. Sonra bıraktı kendini. Donup kaldım o an. Sen hiç hayatında, ölü gördün mü? Ben görmedim, ama çok kötü. Üstelik bir ölünün, ölüm ânını da görmek çok daha kötü. O ân herkesin başının etrafına toplandığını gördüm. Kalabalığın arasında da seni fark ettim. Hatice’nin mektubunu okuyordun. Beni fark etmedin. Ben de seninle beraber okudum. Beni sonra fark ettin.

“Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

             Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babamda beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin’de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

             Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

             Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.

Arkadaşın Hatice”


Gökçen bitti. Gerçekten bitti. Tiyatro bitti ama bende salondan çıkacak güç ve cesâret yok. 

24 Ocak 2010

4 Eylül 2015 Cuma

TİYATRO BİTTİ - Hatice’nin Kaleminden -




1

            Annemle babam, uzun zaman önce boşandı. Zaten niye evlendiler, onu da bilmiyorum ya. İkisi de dünyanın kendisi için yaratıldığını sanan ahmâktan başka bir şey değil. Ne birbirleri umurlarında, ne ben, ne de dünya üzerinde var olan herhangi bir şey. Sadece kendileri var ve sadece kendileri için varlar. Ben mi? Onlar için oyuncak olsun, süs olsun diye dünyaya getirilmiş; uğruna fedâkârlık yapılması gerekmeyen biri… 

            Bir insanın annesi ile babasının ayrı olması tuhaf bir şey. Hem anlaşılır, hem anlaşılmaz. Ben de bazen anlıyorum, ama bazen anlayamıyorum. Anlarım, sevgi yoktur, saygı da bitmiştir, çekilmez olmuştur hayat, böyle bir ilişki bitebilir. Zaten de bitmesi gerekir. Ama bir şey yoktur. Rahat yaşama isteğinden başka bir sorun yoktur. Üstelik benim gibi bir meyve vardır ortada ve bir boşanma vardır. Sadece rahat yaşamak için meyveyi çürütmek vardır. İşte bunu anlamıyorum. Bunu anlamadığım içinde annemle babam, bana kızıyor.

            Annemle babam, değişik olmak isteyen, ama değişik olmak için toplumdaki diğer insanlar gibi olan insanlardan. Mesela muhafazakârlığa karşılar. Neden karşılar? Çünkü farklı olmak istiyorlar. Ama ortada şöyle bir sorun var. Karşı olduklara şeye, karşı olan herkes gibi karşılar. Aynı sözcüklerle, aynı kavramlarla, aynı kitaplarla. Üstelik buna farklı olmak diyorlar.

            Bana karşı çok ilgisizler. Ama onlara sorsanız, buna genci özgür bırakma diyorlar. Neyse ki, özgürlüğü onlardan öğrenecek değilim. Bana karşı ilgisizlikleriyle övünüyorlar. Ne kadar da farklı birer ana baba olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Ama bunu yaparken de, bütün ilgisiz ana baba gibiler. Şimdiye kadar iyi ya da kötü aldığım hiçbir notla ilgilenmediler, derslerimle ilgilenmediler, hobilerimle ilgilenmediler, sevgililerimle ilgilenmediler. Merak ediyorum, ölürsem, ölümümle ilgilenirler mi? Bilmiyorum. İşte bu bilgisizlik durumu bile beni intihâra yaklaştırıyor.

            Birkaç sene önce, çocukluğumun son yıllarında, sınıfta çok beğendiğim bir çocuk vardı. İlgimi belli etmeye çalışmakla beraber, onun adım atmasını bekledim hep. Bir gün bana bir kitap verdi. İçinde bana yazılmış bir not aradım. Bulamadım. Gittim çocuğa sordum. Nerede, dedim. Ne, nerede, dedi bana. Aradığın, özel bir yazı ise, kusura bakma, yok. Bence sen, kitabı oku, yeter.

            Artık o kitap, benim için keşfedilmesi gereken bir hazine idi. Soluksuz okudum. Çocuğa gittim, nerede, dedim yine. Bir daha oku, dedi.

            Bir daha okudum. Bu sefer, daha dikkatli, düşünerek okudum. Yine yanına gittim. Anladım, dedim. Neyi anladın, dedi gülerek. Seni, dedim ve gittim. Ertesi gün, okula çocuğun haberi geldi. İntihâr etmişti. Üstelik arkasında, sadece bir cümle bırakarak intihâr etmişti.

            “Tiyatro bitti. Beklemeye lüzûm görmüyorum.”*

            İki damla gözyaşı akıtmıştım. Ben sebep oldum, diye düşündüm uzun zaman. Ama hayır, ben sebep olmamıştım. Ben sadece onu anlamaya çalışmış, anlayamamıştım. Geç kalmıştım. Anladığımda ise her şey bitmişti. O bana, sarılacak bir dal gözüyle bakmış. Ama bunun için gizli bir dil ile benden yardım istemiş, ben de, işte, geç kalmıştım.

            Anneme ve babama anlattım, bu olayı. Sadece “yazık olmuş” dediler. Ne göz yaşlarıma ortak olma, ne beni dinleme, ne de çocuğu dâir bir merak… Hiçbir şey… Sadece, basit, kuru bir “yazık olmuş”.

            Bana verdiği kitap, sarsan kitaplardandı. Hani bazı kitaplar vardır ya, okuyanı öyle bir sarsar ki, beynin yıkıntıların altında kalır. İşte böyle bir durumda, beynin yeterince güçlü ise kurtulursun, değilse yok olursun. Neyse ki, beynim yeterince güçlüymüş, kurtuldum. Ama kitabın etkisi, ruhuma öyle bir etki etti ki, asla çıkmadı. Hâlâ ruhumu, bu kitap yönetir ve zaten bu satırları yazarken, gözüm bir yandan da, kitabın kapağına kayıyor.

            İntihâr olayı, uzun süre bana kendisini unutturmadı. İlk aylar, çocuğun ölümüne üzülmemle, mâsum bir sevginin bitişine üzülmemle geçti. Sonraki aylar, intihârın kâbusuyla. Adını yazamıyorum, kusura bakma. Kâbuslarımdan kurtulmak için onu unutmaya çalıştım. Sonunda başardım, ama sadece adını unutabildim. Onu asla…

            Kâbuslarım siyahtı. Gerçeğimi de siyaha itti. Siyah, kötü derler; iç karartıcı derler; inanma. Çünkü siyah, insanları sevmeni sağlar. Çünkü kötülükleri örter. Öyle ya, kötülüğünü görmediğin insanları, sevebilirsin değil mi?

            Zamanla siyah, bana tamamen egemen oldu. Önce saçlarımı siyaha boyattım. Aslında ben açık kumral biriyim ama rengi sevmiyorum artık, siyaha boyattım. Tırnaklarımı siyaha boyadım. Kıyafetlerimi siyah yaptım. Renkli olanları yaktım. Sadece okul üniforması duruyor. O da mecburiyetten. Siyah ağırlıklı makyaj malzemeleri aldım. Annemin verdiklerini attım.

            Eve geç gelmeye başladım. Yeni yerler keşfetmeye başladım. İstanbul’da dış görünüşü benim gibi olan insanları bulmaya başladım. Kendimde dâhil olmak üzere, herkese karşı bir kızgınlık, herkese karşı bir nefret duymaya başladım. Ama hiçbir zaman bana nefret duymayanlara, nefret duymadım.

            Bir kitap, ruhumda devrim yaptı ama bu devrim, ne annemi, ne babamı etkiledi. Kızım fazla siyah değil mi? Çok kasvetli değil mi? Metalcilere benzemişsin.

            Hayır, anne. Çok siyah değil. Hem siyah, siyahtır. Bunun azı çoğu olmaz. Hayır, baba. Çok kasvetli değil. Tam tersine, iç açıcı. Siyahtan başka kötülükleri gizleyen hangi renk var? Hayır, anne, baba. Metalcilere benzemedim. Kendim okudum, kendim düşündüm, kendim istedim, kendim yaptım. Onlarda böyle ise onların sorunu, benim değil.

            Bir kez olsun, neden diye sormadılar. Kızım, sana ne oldu, demediler. Ben doğduktan sonraki hiçbir görevlerini yapmadıkları gibi bunu da yapmadılar.

            İnsan hayatını etkileyebilecek olanların, etkisiz eleman gibi görünmeleri ne demektir bilir misin? Hani destek istersin, seni umursamaz. Konuşmak istersin, sadece, boş ver, der. Önemsenmemek nasıl bir şeydir, bilir misin? Ben biliyorum, bana bu öğretildi.

            Sevinçlisindir, bunu paylaşmak istersin. Bu mu yani, bunu için mi seviniyorsun, derler ve söndürürler sevincini.

            Üzüntülüsündür, birilerine açılmak istersin. Üff, sıktın ama bunu mu çekeceğiz, şimdi derler ve daha bir sinersin, hayata karşı.

            Dertlisindir, birilerine anlatmak istersin. Boş ver, der, neler var hayatta. Olduğun yerde kalırsın.

            Her şey birikir içinde. Sevinçler, üzüntüler, dertler, heyecanlar, korkular, endişeler… Her şey… Sen atamazsın ki, dışarı. Çünkü biri, kapatır yollarını.           

2

            Sizin okula gelmeden önce çok okul değiştirdim. Hani şu, sözünü ettiğim intihâr olayına kadar dersleri çok iyi olan, öğretmenlerin sevdiği öğrencilerden biriydim. Ama ruhumda yaşadığım büyük devrim, her şeyimi değiştirdiği gibi derslerimi de değiştirdi.

            Notlarım düşmekle beraber ilköğretimin sonunda olduğum için pek bir sıkıntı yaşamadan bitirdim. Ama lise, benim için tam bir felâket oldu. Lise yıllarım, herkesle, özellikle öğretmenlerle, kavga eden, insanlardan tiksinti duyan ve derslere karşı nefretle geçti. Her yıl, önemli bir olay ve her yıl, değişen bir okul. Ama ilginç olan ne biliyor musun? Bu olayların hiçbiri, ne annemi, ne babamı zerre kadar etkilemedi, biliyor musun? Umursamadılar. Sanki hiç olmamış gibi.

            İlk yıl, bütün derslerimi zayıf getirdim. Hepsini. İnanabiliyor musun, bir yıl öncesinin çalışkan öğrencisi, bütün notları yüz olan öğrencisi, şimdi hepsini zayıf yaptı. Bu durum sadece, okulun rehberlik öğretmeninin dikkatini çekti. Konuşmak istedi benimle. Konuşmadım, o da zaten önemsemedi.

            Bu arada babam, sınıfta kalacağımı öğrenince, okul müdürüne epey miktarda para vermiş. Karneyi bir aldım, hepsi geçer not. Şaşırdım, sınıf geçmiştim. O hırsla, müdüre bir alay küfür ettim. İnanabiliyor musun, ilk defa, erkek gibi, küfür ettim. Çok hoşuma gitti.

            Eve gittim. Babam karneme bakmadı bile. Baba, dedim, hiç merak etmiyor musun? Bildiğim şeyin, üstelik kendi yaptığım şeyin, neyini merak edeyim? Peki, bu kızın notları niye düştü? Hiç kafana takılmıyor mu? O senin sorunun. Baba… dedim sustum.

            Ertesi gün, anneme gittim. Karneme gösterdim. Biliyorum, dedi, baban söyledi. Peki, sen hiç merak etmiyor musun? Neyi? Bu kızın notları niye düştü? O senin sorunun. Anne… dedim sustum.

            Tabii, bu arada müdüre ettiğim küfür, karşılıksız kalmadı. Başka bir okula gönderildim. Geçen yılın aynısı, sonra başka bir okul, yine aynı; sonra işte burası… Burası biraz farklı. En azından sen varsın. Biliyor musun, ruhsal devrimimden beri ilk defa birine sıcaklık hissediyorum.

            İlk gün sınıfa girdiğimde, benimle beraber Selin’de vardı, biliyorsun. Selin, görüntüde benim tam tersim. Aşırı çekingen ve ezik bir görüntüsü var. Ama özümüz aynı, ruhumuz aynı. Sen geldiğimiz günden beri bizi izliyorsun. İlginç bir kişiliğin var. Çok güçlüsün. Uzun zamandır, gerektiğinde hocaları susturabilecek öğrenciler arıyordum. Sen zaman zaman hocaları susturabiliyorsun. Sana özeniyorum, biliyor musun? Meselâ uzman olduğun bir konu var. Türk mitolojisinin uzmanısın. Hatırlıyor musun, bir keresinde Kastamonulu olan edebiyat hocasına, hocanın bilmediği, Kastamonu bölgesine ait bir halk hikâyesini anlattığında hoca nasıl şaşırmıştı?

            Senin varlığın, zamanla beni kendime getirmeye başlamıştı. İnanır mısın, Selin’i de güçlendirmeye başladın. Belki, diyorum, belki, beni sen kurtarırsın.

            Ama işte… Meselâ tarihçi var, biliyorsun. Bana ne kadar düşman olduğunu biliyorsun. Oysa, ben ona bir şey yapmadım ki. Beni tanımıyor bile. İnsan, tanımadığı kişiye düşman olur mu? Olurmuş demek ki. Bakışları korkutuyor beni. Öğretmenden korkulur mu, onu geçtim, insandan korkulur mu ama bu adam, beni korkutuyor. Sanki sonumu, bu hazırlayacak benim.
           
            Sabah okula geldiğimde, gün aynı gündü. Dersler hep, kendi ruhumda gezinmemle ve seni dinlemekle geçti. Sonra bir ses duydum. Birkaç sesten oluşan, iğrenç bir ses bütünü duydum.

            “Ulan orospu, o kadar istiyoruz, bir vermedin gitti.”

            Kız ağlamaya başladı. Kendine öğretmen diyen bu herif, sustu. Sesini çıkaramadı. Bana düşmanca bakan bu herif, bu tâcize sustu. En tehlikeli ne biliyor musun? Zayıflar. Çünkü ne yapacağını bilemiyorsun?

            Sen şaşırdın, ben çıldırdım, Selin korktu, kız ağladı, kendine öğretmen diyen sustu, şerefsiz kendiyle gurur duydu.

            Ama ben çıldırdım bir kere.

“Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar et”.

Fırladım sınıftan. Duramazdım artık. Koşmaya başladım. Deli gibi koşmaya başladım. Çıldırmıştım. Eminim arkamdan neler saymıştır.

Şimdi bunları sana ve Selin’e yazıyorum. Sizi gerçekten sevdim. İnsan gibi, arkadaş gibi sevdim. Kafamda ışık hızıyla düşünceler dönüyor. Bu arada sana bir mektup yazdım. Eline geçer veya geçmez, ama sana yazıldı. Eğer alabilirsen, fırsatın olursa, mektupla beraber bunu da al. Bunu beni tanımanız için yazdım ve işte sonuna geldim. Noktayı koyacağım. Mektubun bir kopyasını da yazıyorum. Kararımı verdim. Artık olmayacağım. Adını unuttuğum aşkımın sözünü söyleyeceğim ve çekip gideceğim, bu dünyadan…

“Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.”

            “Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

            Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

            Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

            Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”

20 Ocak 2010

Kutlu Altay KOCAOVA





* Atsız, Hüseyin Nihal, Ruh Adam, İrfan Yayınları

2 Eylül 2015 Çarşamba

TİYATRO BİTTİ


            Gökçen, sınıfındaki diğer kızlardan farklıydı. Görünüşte onlardan pek farklı olmasa da, diğerleri gibi olmadığını biliyordu. Pek konuşmayı sevmezdi. Bu yüzden de sınıfında konuştuğu kimse yoktu. Diğer arkadaşları da, onun kendileri gibi olmadığını bilirlerdi. Sınıftaki bütün öğrenciler, Gökçen ile kendileri arasındaki görünmeyen setin farkındaydı. Hatta öğretmenler bile bu setin farkındaydı ve ona göre davranıyorlardı.

            Gökçen, her gün yanında çeşitli kitaplar getirirdi. Sık sık değiştirdiği bu kitapların konusu genelde Türk mitolojisi üzerine olurdu. Dersle ilgilendiği zamanların dışında okuldaki zamanının tamamını bu kitapları alırdı.

            Türk mitolojisi üzerine âdeta uzman olmuştu. Türk dünyasının her bölgesine ait masallar, efsâneler, destanlar, hikâyeleri bilirdi. Bir destanın yapısına bakarak hangi Türk topluluğuna ait olduğunu bilirdi. Hatta bir keresinde Kastamonulu olan edebiyat öğretmenine, öğretmenin bilmediği, Kastamonu bölgesine ait bir halk hikâyesini anlattığında öğretmeni epey şaşırmıştı. O, öğretmenine göre geleceğin önemli bir Türkiyatçısı olacaktı.

            Sınıfında yeni gelen iki kız öğrenci dikkatini çekmişti. Selin ve Hatice isimli bu kızları birkaç hafta dikkatle incelemişti. Kendisi gibi sessiz olan bu kızlarda, birtakım farklılıklar hissetmişti. Selin, aşırı çekingen ve ezik bir görüntü sergilerken, Hatice tam tersi idi. Öfke yüklü bu kızın içindeki aşırı saldırgan ruh, kendini belli ediyordu. Her ne kadar sınıftaki diğer öğrenciler bunu fark edemese de, içindeki dünyayı yakmak isteyen güç görülebiliyordu.

            Hatice’nin annesi ve babası ayrı idi. Bu yüzden ikisine de düşmandı. Bu düşmanlık, kendisini terk ettikleri için değil, bencilliklerinden dolayı idi. Hatice, anne ve babasına duyduğu düşmanlığı, onlar üzerinden bütün topluma yönlendiriyordu. Yüzünün dışında her şeyi simsiyahtı. Saçı, makyajı, giyimi, tırnakları… İçindeki karanlığı böyle dışa vuruyordu.

            Tarih dersiydi. Öğretmen elinden geldiğince ders işlemeye çalışıyor, ancak bunda pek başarılı olamıyordu. O sırada, sınıftaki erkek öğrencilerden biri, sınıftaki bir kız öğrenciye küfürle karışık laf attı. Ancak öğretmen, yapması gerekeni yapamadı ve sustu. Kız ağlıyordu ve öğretmen susmaya devam ediyordu. Adâleti sağlamakla yükümlü olanların, aynı zamanda cesur ve güçlü olması gerektiği bir daha ortaya çıkmıştı.

            Gökçe olanları büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. O sırada Hatice, içindeki isyân bombasının fitilini ateşleyerek ayağa kalktı ve öğretmene bir dolu sövdükten sonra “Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar et” diyerek sınıftan çıkışı, sınıfta olmayan düzenin tamamen yok olmasını sağladı. Gökçen içinden Hatice’ye teşekkür ediyor, hakârete uğrayan kız ağlamaya devam ediyor, otoritesi sıfırlanan öğretmen ise Hatice’nin arkasından ona haykırıyordu.

            “O kara şeytan, bir daha bu sınıfa gelmeyecek” diyerek kükrüyor. Ama sınıfındaki bir kız öğrenciyi, açıkça tâciz eden öğrencisine sesini çıkaramıyordu.

            Herkes Hâtice’nin geri geleceğini sanıyordu ama o ândan sonra Hatice bir daha gelmedi.

            Selin ise olanları korkuyla izliyordu. Zaten ezik olan ruhu, bu olayla birlikte daha da sinmişti. O da ailesi bakımından Hatice’ye benziyordu. Annesinin bilinen târikatlardan birine girmesinden sonra anne ve babası boşanmıştı. Babası bir ateistti. Hatta oldukça koyu bir ateist idi. Bu dönemde annesi de, babası kadar olmasa da, dinî inancı olmayan biri idi. Evde din konusunun konuşulmadığı an olmazdı. Babası, her zaman, aklınca, Tanrı’yı alaya alır ya da kendi düşünce yapısına göre neden olmadığını anlatmaya çalışırdı. Bu durum ise Selin’i sıkardı. Her konu, mutlaka dine dayanır, Selin, farklı bir şey söylediğinde babası tarafından aşağılanırdı. Bu ise onun git gide sinmesine neden olmaktaydı.

            Selin ortaokula başladığı yıllarda annesi, ağır bir depresyon geçirdi. Eşinin ilgisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde eşinin kendisi ile ilgilenmemesi, onu farklı arayışlara yönlendirdi. Bu yeni arayışlarının ürünü olarak, eşine duyduğu tepki, onu dine yöneltti. İlk zamanlar İslâmiyet’i araştırmakla başladı. Bir süre sonra yeni arkadaş grupları oluşmaya başladı. Tabii bu durum, evinde büyük tartışma ve hatta kavgaları yaratıyordu. Bu kavgaların sonunda annesi ile babası boşanmaya karar verdiler. Tabii bu en çok Selin’i etkiledi. Her geçen gün yıpranan ruhu, daha da yıpranmış ve ortaya silik, çekingen bir karakter çıkmıştı.

            Bir tarafta bütün değerlerini yitirmiş, bir serseri güruhundan farkı kalmamış yozlaşmış gençler, onları yetiştirdiğini sanan, karaktersiz, bazı öğretmenler, kendi düşünce yapılarını zorla çocuklarına benimsetmeye çalışan aileler… Gökçen bunları düşünürken, gözü yukarıdaki Atatürk resmine ve Gençliğe Hitâbe’ye takıldı ve kendine kendine şöyle sordu:

            “Peki, ama nasıl?”

            Okulun çıkış zili ile beraber herkes dağılmıştı. Gökçen yürürken kendini, Selin’i, Hatice’yi düşünüyordu. Aşağılanan kızı düşünüyordu. Zayıf öğretmeni düşünüyordu. Tacizci genci düşünüyordu. Bu düşünceler arasında epeyce yürüdüğünü fark etti. Etrafına bakındı. Geldiği yeri tanımıyordu. Kafasındaki düşünceleri bir anda kenara itti ve o an gözü bir eve takıldı. Bu evin kimin olduğunu Hatice’yi pencerede gördükten sonra anladı. Hatice balkondaydı, Gökçen’e bakıyordu ve gülümsüyordu. Gökçen, onun ilk defa gülümsediğini gördü. Ama bu gülümseme onun son gülümsemesi olacaktı. Gözlerini Gökçen’in gözlerine diken Hatice bir anda kendini boşluğa bıraktı. Gökçen gözlerine inanamıyordu. Hemen Hatice’ye doğru koştu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. Yardım istiyordu ama artık çok geçti. Hatice ölmüştü. Cebinden Gökçen’e yazılmış bir not çıkmıştı. Şöyle diyordu Hatice:

            “Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

            Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin’de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

            Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

            Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”

            Mektubu okuduğunda Gökçen, Hatice’nin öldüğü yerde kala kalmıştı. Yanından çok sayıda kişi gelip geçmekte idi. Ama Gökçen, hiçbirinin farkında değildi. O sırada Gökçen, omzunda bir el hissetti. Bu Selin’in eliydi. İkisi de ağlıyordu. Gökçen, Hatice’nin yazdığı mektubu Selin’e verdi. Selin mektubu okuduktan sonra, mektubun son cümlesinin ilk bölümünü tekrarladı.

            “Tiyatro bitti.*

22 Ağustos 2008

KUTLU ALTAY KOCAOVA

                                                                                                       (* Atsız, Hüseyin Nihâl, Ruh Adam)

Tiyatro Bitti - Hatice'nin Kaleminden

Tiyatro Bitti - Selin'in Kaleminden