Gökçen,
sınıfındaki diğer kızlardan farklıydı. Görünüşte onlardan pek farklı olmasa da,
diğerleri gibi olmadığını biliyordu. Pek konuşmayı sevmezdi. Bu yüzden de
sınıfında konuştuğu kimse yoktu. Diğer arkadaşları da, onun kendileri gibi olmadığını
bilirlerdi. Sınıftaki bütün öğrenciler, Gökçen ile kendileri arasındaki
görünmeyen setin farkındaydı. Hatta öğretmenler bile bu setin farkındaydı ve
ona göre davranıyorlardı.
Gökçen,
her gün yanında çeşitli kitaplar getirirdi. Sık sık değiştirdiği bu kitapların
konusu genelde Türk mitolojisi üzerine olurdu. Dersle ilgilendiği zamanların
dışında okuldaki zamanının tamamını bu kitapları alırdı.
Türk
mitolojisi üzerine âdeta uzman olmuştu. Türk dünyasının her bölgesine ait
masallar, efsâneler, destanlar, hikâyeleri bilirdi. Bir destanın yapısına
bakarak hangi Türk topluluğuna ait olduğunu bilirdi. Hatta bir keresinde
Kastamonulu olan edebiyat öğretmenine, öğretmenin bilmediği, Kastamonu
bölgesine ait bir halk hikâyesini anlattığında öğretmeni epey şaşırmıştı. O, öğretmenine
göre geleceğin önemli bir Türkiyatçısı olacaktı.
Sınıfında
yeni gelen iki kız öğrenci dikkatini çekmişti. Selin ve Hatice isimli bu
kızları birkaç hafta dikkatle incelemişti. Kendisi gibi sessiz olan bu
kızlarda, birtakım farklılıklar hissetmişti. Selin, aşırı çekingen ve ezik bir
görüntü sergilerken, Hatice tam tersi idi. Öfke yüklü bu kızın içindeki aşırı
saldırgan ruh, kendini belli ediyordu. Her ne kadar sınıftaki diğer öğrenciler
bunu fark edemese de, içindeki dünyayı yakmak isteyen güç görülebiliyordu.
Hatice’nin
annesi ve babası ayrı idi. Bu yüzden ikisine de düşmandı. Bu düşmanlık,
kendisini terk ettikleri için değil, bencilliklerinden dolayı idi. Hatice, anne
ve babasına duyduğu düşmanlığı, onlar üzerinden bütün topluma yönlendiriyordu.
Yüzünün dışında her şeyi simsiyahtı. Saçı, makyajı, giyimi, tırnakları…
İçindeki karanlığı böyle dışa vuruyordu.
Tarih
dersiydi. Öğretmen elinden geldiğince ders işlemeye çalışıyor, ancak bunda pek
başarılı olamıyordu. O sırada, sınıftaki erkek öğrencilerden biri, sınıftaki
bir kız öğrenciye küfürle karışık laf attı. Ancak öğretmen, yapması gerekeni
yapamadı ve sustu. Kız ağlıyordu ve öğretmen susmaya devam ediyordu. Adâleti
sağlamakla yükümlü olanların, aynı zamanda cesur ve güçlü olması gerektiği bir
daha ortaya çıkmıştı.
Gökçe
olanları büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. O sırada Hatice, içindeki isyân
bombasının fitilini ateşleyerek ayağa kalktı ve öğretmene bir dolu sövdükten
sonra “Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar
et” diyerek sınıftan çıkışı, sınıfta olmayan düzenin tamamen yok olmasını
sağladı. Gökçen içinden Hatice’ye teşekkür ediyor, hakârete uğrayan kız
ağlamaya devam ediyor, otoritesi sıfırlanan öğretmen ise Hatice’nin arkasından
ona haykırıyordu.
“O
kara şeytan, bir daha bu sınıfa gelmeyecek” diyerek kükrüyor. Ama sınıfındaki
bir kız öğrenciyi, açıkça tâciz eden öğrencisine sesini çıkaramıyordu.
Herkes
Hâtice’nin geri geleceğini sanıyordu ama o ândan sonra Hatice bir daha gelmedi.
Selin
ise olanları korkuyla izliyordu. Zaten ezik olan ruhu, bu olayla birlikte daha
da sinmişti. O da ailesi bakımından Hatice’ye benziyordu. Annesinin bilinen
târikatlardan birine girmesinden sonra anne ve babası boşanmıştı. Babası bir
ateistti. Hatta oldukça koyu bir ateist idi. Bu dönemde annesi de, babası kadar
olmasa da, dinî inancı olmayan biri idi. Evde din konusunun konuşulmadığı an
olmazdı. Babası, her zaman, aklınca, Tanrı’yı alaya alır ya da kendi düşünce
yapısına göre neden olmadığını anlatmaya çalışırdı. Bu durum ise Selin’i
sıkardı. Her konu, mutlaka dine dayanır, Selin, farklı bir şey söylediğinde
babası tarafından aşağılanırdı. Bu ise onun git gide sinmesine neden
olmaktaydı.
Selin
ortaokula başladığı yıllarda annesi, ağır bir depresyon geçirdi. Eşinin
ilgisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde eşinin kendisi ile ilgilenmemesi,
onu farklı arayışlara yönlendirdi. Bu yeni arayışlarının ürünü olarak, eşine
duyduğu tepki, onu dine yöneltti. İlk zamanlar İslâmiyet’i araştırmakla
başladı. Bir süre sonra yeni arkadaş grupları oluşmaya başladı. Tabii bu durum,
evinde büyük tartışma ve hatta kavgaları yaratıyordu. Bu kavgaların sonunda
annesi ile babası boşanmaya karar verdiler. Tabii bu en çok Selin’i etkiledi.
Her geçen gün yıpranan ruhu, daha da yıpranmış ve ortaya silik, çekingen bir
karakter çıkmıştı.
Bir
tarafta bütün değerlerini yitirmiş, bir serseri güruhundan farkı kalmamış
yozlaşmış gençler, onları yetiştirdiğini sanan, karaktersiz, bazı öğretmenler,
kendi düşünce yapılarını zorla çocuklarına benimsetmeye çalışan aileler… Gökçen bunları düşünürken, gözü yukarıdaki Atatürk resmine ve Gençliğe Hitâbe’ye
takıldı ve kendine kendine şöyle sordu:
“Peki,
ama nasıl?”
Okulun
çıkış zili ile beraber herkes dağılmıştı. Gökçen yürürken kendini, Selin’i,
Hatice’yi düşünüyordu. Aşağılanan kızı düşünüyordu. Zayıf öğretmeni
düşünüyordu. Tacizci genci düşünüyordu. Bu düşünceler arasında epeyce
yürüdüğünü fark etti. Etrafına bakındı. Geldiği yeri tanımıyordu. Kafasındaki
düşünceleri bir anda kenara itti ve o an gözü bir eve takıldı. Bu evin kimin
olduğunu Hatice’yi pencerede gördükten sonra anladı. Hatice balkondaydı,
Gökçen’e bakıyordu ve gülümsüyordu. Gökçen, onun ilk defa gülümsediğini gördü. Ama
bu gülümseme onun son gülümsemesi olacaktı. Gözlerini Gökçen’in gözlerine diken
Hatice bir anda kendini boşluğa bıraktı. Gökçen gözlerine inanamıyordu. Hemen
Hatice’ye doğru koştu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. Yardım istiyordu ama artık
çok geçti. Hatice ölmüştü. Cebinden Gökçen’e yazılmış bir not çıkmıştı. Şöyle
diyordu Hatice:
“Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni
izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor
musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki,
üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla
anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.
Bugün bu dünyada son
günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim.
Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha
gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak
edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin’de etmesin. Dedim ya,
aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.
Bu yazdıklarım eline
geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını
söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün
öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun?
O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu
tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.
Uzatmanın gereği yok.
Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum
görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”
Mektubu
okuduğunda Gökçen, Hatice’nin öldüğü yerde kala kalmıştı. Yanından çok sayıda
kişi gelip geçmekte idi. Ama Gökçen, hiçbirinin farkında değildi. O sırada
Gökçen, omzunda bir el hissetti. Bu Selin’in eliydi. İkisi de ağlıyordu. Gökçen,
Hatice’nin yazdığı mektubu Selin’e verdi. Selin mektubu okuduktan sonra,
mektubun son cümlesinin ilk bölümünü tekrarladı.
“Tiyatro
bitti.*”
22 Ağustos 2008
KUTLU ALTAY KOCAOVA
(* Atsız, Hüseyin Nihâl, Ruh Adam)
Tiyatro Bitti - Hatice'nin Kaleminden
Tiyatro Bitti - Selin'in Kaleminden
Tiyatro Bitti - Hatice'nin Kaleminden
Tiyatro Bitti - Selin'in Kaleminden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder