2 Eylül 2015 Çarşamba

TİYATRO BİTTİ


            Gökçen, sınıfındaki diğer kızlardan farklıydı. Görünüşte onlardan pek farklı olmasa da, diğerleri gibi olmadığını biliyordu. Pek konuşmayı sevmezdi. Bu yüzden de sınıfında konuştuğu kimse yoktu. Diğer arkadaşları da, onun kendileri gibi olmadığını bilirlerdi. Sınıftaki bütün öğrenciler, Gökçen ile kendileri arasındaki görünmeyen setin farkındaydı. Hatta öğretmenler bile bu setin farkındaydı ve ona göre davranıyorlardı.

            Gökçen, her gün yanında çeşitli kitaplar getirirdi. Sık sık değiştirdiği bu kitapların konusu genelde Türk mitolojisi üzerine olurdu. Dersle ilgilendiği zamanların dışında okuldaki zamanının tamamını bu kitapları alırdı.

            Türk mitolojisi üzerine âdeta uzman olmuştu. Türk dünyasının her bölgesine ait masallar, efsâneler, destanlar, hikâyeleri bilirdi. Bir destanın yapısına bakarak hangi Türk topluluğuna ait olduğunu bilirdi. Hatta bir keresinde Kastamonulu olan edebiyat öğretmenine, öğretmenin bilmediği, Kastamonu bölgesine ait bir halk hikâyesini anlattığında öğretmeni epey şaşırmıştı. O, öğretmenine göre geleceğin önemli bir Türkiyatçısı olacaktı.

            Sınıfında yeni gelen iki kız öğrenci dikkatini çekmişti. Selin ve Hatice isimli bu kızları birkaç hafta dikkatle incelemişti. Kendisi gibi sessiz olan bu kızlarda, birtakım farklılıklar hissetmişti. Selin, aşırı çekingen ve ezik bir görüntü sergilerken, Hatice tam tersi idi. Öfke yüklü bu kızın içindeki aşırı saldırgan ruh, kendini belli ediyordu. Her ne kadar sınıftaki diğer öğrenciler bunu fark edemese de, içindeki dünyayı yakmak isteyen güç görülebiliyordu.

            Hatice’nin annesi ve babası ayrı idi. Bu yüzden ikisine de düşmandı. Bu düşmanlık, kendisini terk ettikleri için değil, bencilliklerinden dolayı idi. Hatice, anne ve babasına duyduğu düşmanlığı, onlar üzerinden bütün topluma yönlendiriyordu. Yüzünün dışında her şeyi simsiyahtı. Saçı, makyajı, giyimi, tırnakları… İçindeki karanlığı böyle dışa vuruyordu.

            Tarih dersiydi. Öğretmen elinden geldiğince ders işlemeye çalışıyor, ancak bunda pek başarılı olamıyordu. O sırada, sınıftaki erkek öğrencilerden biri, sınıftaki bir kız öğrenciye küfürle karışık laf attı. Ancak öğretmen, yapması gerekeni yapamadı ve sustu. Kız ağlıyordu ve öğretmen susmaya devam ediyordu. Adâleti sağlamakla yükümlü olanların, aynı zamanda cesur ve güçlü olması gerektiği bir daha ortaya çıkmıştı.

            Gökçe olanları büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. O sırada Hatice, içindeki isyân bombasının fitilini ateşleyerek ayağa kalktı ve öğretmene bir dolu sövdükten sonra “Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar et” diyerek sınıftan çıkışı, sınıfta olmayan düzenin tamamen yok olmasını sağladı. Gökçen içinden Hatice’ye teşekkür ediyor, hakârete uğrayan kız ağlamaya devam ediyor, otoritesi sıfırlanan öğretmen ise Hatice’nin arkasından ona haykırıyordu.

            “O kara şeytan, bir daha bu sınıfa gelmeyecek” diyerek kükrüyor. Ama sınıfındaki bir kız öğrenciyi, açıkça tâciz eden öğrencisine sesini çıkaramıyordu.

            Herkes Hâtice’nin geri geleceğini sanıyordu ama o ândan sonra Hatice bir daha gelmedi.

            Selin ise olanları korkuyla izliyordu. Zaten ezik olan ruhu, bu olayla birlikte daha da sinmişti. O da ailesi bakımından Hatice’ye benziyordu. Annesinin bilinen târikatlardan birine girmesinden sonra anne ve babası boşanmıştı. Babası bir ateistti. Hatta oldukça koyu bir ateist idi. Bu dönemde annesi de, babası kadar olmasa da, dinî inancı olmayan biri idi. Evde din konusunun konuşulmadığı an olmazdı. Babası, her zaman, aklınca, Tanrı’yı alaya alır ya da kendi düşünce yapısına göre neden olmadığını anlatmaya çalışırdı. Bu durum ise Selin’i sıkardı. Her konu, mutlaka dine dayanır, Selin, farklı bir şey söylediğinde babası tarafından aşağılanırdı. Bu ise onun git gide sinmesine neden olmaktaydı.

            Selin ortaokula başladığı yıllarda annesi, ağır bir depresyon geçirdi. Eşinin ilgisine en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde eşinin kendisi ile ilgilenmemesi, onu farklı arayışlara yönlendirdi. Bu yeni arayışlarının ürünü olarak, eşine duyduğu tepki, onu dine yöneltti. İlk zamanlar İslâmiyet’i araştırmakla başladı. Bir süre sonra yeni arkadaş grupları oluşmaya başladı. Tabii bu durum, evinde büyük tartışma ve hatta kavgaları yaratıyordu. Bu kavgaların sonunda annesi ile babası boşanmaya karar verdiler. Tabii bu en çok Selin’i etkiledi. Her geçen gün yıpranan ruhu, daha da yıpranmış ve ortaya silik, çekingen bir karakter çıkmıştı.

            Bir tarafta bütün değerlerini yitirmiş, bir serseri güruhundan farkı kalmamış yozlaşmış gençler, onları yetiştirdiğini sanan, karaktersiz, bazı öğretmenler, kendi düşünce yapılarını zorla çocuklarına benimsetmeye çalışan aileler… Gökçen bunları düşünürken, gözü yukarıdaki Atatürk resmine ve Gençliğe Hitâbe’ye takıldı ve kendine kendine şöyle sordu:

            “Peki, ama nasıl?”

            Okulun çıkış zili ile beraber herkes dağılmıştı. Gökçen yürürken kendini, Selin’i, Hatice’yi düşünüyordu. Aşağılanan kızı düşünüyordu. Zayıf öğretmeni düşünüyordu. Tacizci genci düşünüyordu. Bu düşünceler arasında epeyce yürüdüğünü fark etti. Etrafına bakındı. Geldiği yeri tanımıyordu. Kafasındaki düşünceleri bir anda kenara itti ve o an gözü bir eve takıldı. Bu evin kimin olduğunu Hatice’yi pencerede gördükten sonra anladı. Hatice balkondaydı, Gökçen’e bakıyordu ve gülümsüyordu. Gökçen, onun ilk defa gülümsediğini gördü. Ama bu gülümseme onun son gülümsemesi olacaktı. Gözlerini Gökçen’in gözlerine diken Hatice bir anda kendini boşluğa bıraktı. Gökçen gözlerine inanamıyordu. Hemen Hatice’ye doğru koştu. Çığlık çığlığa bağırıyordu. Yardım istiyordu ama artık çok geçti. Hatice ölmüştü. Cebinden Gökçen’e yazılmış bir not çıkmıştı. Şöyle diyordu Hatice:

            “Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

            Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin’de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

            Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

            Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”

            Mektubu okuduğunda Gökçen, Hatice’nin öldüğü yerde kala kalmıştı. Yanından çok sayıda kişi gelip geçmekte idi. Ama Gökçen, hiçbirinin farkında değildi. O sırada Gökçen, omzunda bir el hissetti. Bu Selin’in eliydi. İkisi de ağlıyordu. Gökçen, Hatice’nin yazdığı mektubu Selin’e verdi. Selin mektubu okuduktan sonra, mektubun son cümlesinin ilk bölümünü tekrarladı.

            “Tiyatro bitti.*

22 Ağustos 2008

KUTLU ALTAY KOCAOVA

                                                                                                       (* Atsız, Hüseyin Nihâl, Ruh Adam)

Tiyatro Bitti - Hatice'nin Kaleminden

Tiyatro Bitti - Selin'in Kaleminden



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder