4 Eylül 2015 Cuma

TİYATRO BİTTİ - Hatice’nin Kaleminden -




1

            Annemle babam, uzun zaman önce boşandı. Zaten niye evlendiler, onu da bilmiyorum ya. İkisi de dünyanın kendisi için yaratıldığını sanan ahmâktan başka bir şey değil. Ne birbirleri umurlarında, ne ben, ne de dünya üzerinde var olan herhangi bir şey. Sadece kendileri var ve sadece kendileri için varlar. Ben mi? Onlar için oyuncak olsun, süs olsun diye dünyaya getirilmiş; uğruna fedâkârlık yapılması gerekmeyen biri… 

            Bir insanın annesi ile babasının ayrı olması tuhaf bir şey. Hem anlaşılır, hem anlaşılmaz. Ben de bazen anlıyorum, ama bazen anlayamıyorum. Anlarım, sevgi yoktur, saygı da bitmiştir, çekilmez olmuştur hayat, böyle bir ilişki bitebilir. Zaten de bitmesi gerekir. Ama bir şey yoktur. Rahat yaşama isteğinden başka bir sorun yoktur. Üstelik benim gibi bir meyve vardır ortada ve bir boşanma vardır. Sadece rahat yaşamak için meyveyi çürütmek vardır. İşte bunu anlamıyorum. Bunu anlamadığım içinde annemle babam, bana kızıyor.

            Annemle babam, değişik olmak isteyen, ama değişik olmak için toplumdaki diğer insanlar gibi olan insanlardan. Mesela muhafazakârlığa karşılar. Neden karşılar? Çünkü farklı olmak istiyorlar. Ama ortada şöyle bir sorun var. Karşı olduklara şeye, karşı olan herkes gibi karşılar. Aynı sözcüklerle, aynı kavramlarla, aynı kitaplarla. Üstelik buna farklı olmak diyorlar.

            Bana karşı çok ilgisizler. Ama onlara sorsanız, buna genci özgür bırakma diyorlar. Neyse ki, özgürlüğü onlardan öğrenecek değilim. Bana karşı ilgisizlikleriyle övünüyorlar. Ne kadar da farklı birer ana baba olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Ama bunu yaparken de, bütün ilgisiz ana baba gibiler. Şimdiye kadar iyi ya da kötü aldığım hiçbir notla ilgilenmediler, derslerimle ilgilenmediler, hobilerimle ilgilenmediler, sevgililerimle ilgilenmediler. Merak ediyorum, ölürsem, ölümümle ilgilenirler mi? Bilmiyorum. İşte bu bilgisizlik durumu bile beni intihâra yaklaştırıyor.

            Birkaç sene önce, çocukluğumun son yıllarında, sınıfta çok beğendiğim bir çocuk vardı. İlgimi belli etmeye çalışmakla beraber, onun adım atmasını bekledim hep. Bir gün bana bir kitap verdi. İçinde bana yazılmış bir not aradım. Bulamadım. Gittim çocuğa sordum. Nerede, dedim. Ne, nerede, dedi bana. Aradığın, özel bir yazı ise, kusura bakma, yok. Bence sen, kitabı oku, yeter.

            Artık o kitap, benim için keşfedilmesi gereken bir hazine idi. Soluksuz okudum. Çocuğa gittim, nerede, dedim yine. Bir daha oku, dedi.

            Bir daha okudum. Bu sefer, daha dikkatli, düşünerek okudum. Yine yanına gittim. Anladım, dedim. Neyi anladın, dedi gülerek. Seni, dedim ve gittim. Ertesi gün, okula çocuğun haberi geldi. İntihâr etmişti. Üstelik arkasında, sadece bir cümle bırakarak intihâr etmişti.

            “Tiyatro bitti. Beklemeye lüzûm görmüyorum.”*

            İki damla gözyaşı akıtmıştım. Ben sebep oldum, diye düşündüm uzun zaman. Ama hayır, ben sebep olmamıştım. Ben sadece onu anlamaya çalışmış, anlayamamıştım. Geç kalmıştım. Anladığımda ise her şey bitmişti. O bana, sarılacak bir dal gözüyle bakmış. Ama bunun için gizli bir dil ile benden yardım istemiş, ben de, işte, geç kalmıştım.

            Anneme ve babama anlattım, bu olayı. Sadece “yazık olmuş” dediler. Ne göz yaşlarıma ortak olma, ne beni dinleme, ne de çocuğu dâir bir merak… Hiçbir şey… Sadece, basit, kuru bir “yazık olmuş”.

            Bana verdiği kitap, sarsan kitaplardandı. Hani bazı kitaplar vardır ya, okuyanı öyle bir sarsar ki, beynin yıkıntıların altında kalır. İşte böyle bir durumda, beynin yeterince güçlü ise kurtulursun, değilse yok olursun. Neyse ki, beynim yeterince güçlüymüş, kurtuldum. Ama kitabın etkisi, ruhuma öyle bir etki etti ki, asla çıkmadı. Hâlâ ruhumu, bu kitap yönetir ve zaten bu satırları yazarken, gözüm bir yandan da, kitabın kapağına kayıyor.

            İntihâr olayı, uzun süre bana kendisini unutturmadı. İlk aylar, çocuğun ölümüne üzülmemle, mâsum bir sevginin bitişine üzülmemle geçti. Sonraki aylar, intihârın kâbusuyla. Adını yazamıyorum, kusura bakma. Kâbuslarımdan kurtulmak için onu unutmaya çalıştım. Sonunda başardım, ama sadece adını unutabildim. Onu asla…

            Kâbuslarım siyahtı. Gerçeğimi de siyaha itti. Siyah, kötü derler; iç karartıcı derler; inanma. Çünkü siyah, insanları sevmeni sağlar. Çünkü kötülükleri örter. Öyle ya, kötülüğünü görmediğin insanları, sevebilirsin değil mi?

            Zamanla siyah, bana tamamen egemen oldu. Önce saçlarımı siyaha boyattım. Aslında ben açık kumral biriyim ama rengi sevmiyorum artık, siyaha boyattım. Tırnaklarımı siyaha boyadım. Kıyafetlerimi siyah yaptım. Renkli olanları yaktım. Sadece okul üniforması duruyor. O da mecburiyetten. Siyah ağırlıklı makyaj malzemeleri aldım. Annemin verdiklerini attım.

            Eve geç gelmeye başladım. Yeni yerler keşfetmeye başladım. İstanbul’da dış görünüşü benim gibi olan insanları bulmaya başladım. Kendimde dâhil olmak üzere, herkese karşı bir kızgınlık, herkese karşı bir nefret duymaya başladım. Ama hiçbir zaman bana nefret duymayanlara, nefret duymadım.

            Bir kitap, ruhumda devrim yaptı ama bu devrim, ne annemi, ne babamı etkiledi. Kızım fazla siyah değil mi? Çok kasvetli değil mi? Metalcilere benzemişsin.

            Hayır, anne. Çok siyah değil. Hem siyah, siyahtır. Bunun azı çoğu olmaz. Hayır, baba. Çok kasvetli değil. Tam tersine, iç açıcı. Siyahtan başka kötülükleri gizleyen hangi renk var? Hayır, anne, baba. Metalcilere benzemedim. Kendim okudum, kendim düşündüm, kendim istedim, kendim yaptım. Onlarda böyle ise onların sorunu, benim değil.

            Bir kez olsun, neden diye sormadılar. Kızım, sana ne oldu, demediler. Ben doğduktan sonraki hiçbir görevlerini yapmadıkları gibi bunu da yapmadılar.

            İnsan hayatını etkileyebilecek olanların, etkisiz eleman gibi görünmeleri ne demektir bilir misin? Hani destek istersin, seni umursamaz. Konuşmak istersin, sadece, boş ver, der. Önemsenmemek nasıl bir şeydir, bilir misin? Ben biliyorum, bana bu öğretildi.

            Sevinçlisindir, bunu paylaşmak istersin. Bu mu yani, bunu için mi seviniyorsun, derler ve söndürürler sevincini.

            Üzüntülüsündür, birilerine açılmak istersin. Üff, sıktın ama bunu mu çekeceğiz, şimdi derler ve daha bir sinersin, hayata karşı.

            Dertlisindir, birilerine anlatmak istersin. Boş ver, der, neler var hayatta. Olduğun yerde kalırsın.

            Her şey birikir içinde. Sevinçler, üzüntüler, dertler, heyecanlar, korkular, endişeler… Her şey… Sen atamazsın ki, dışarı. Çünkü biri, kapatır yollarını.           

2

            Sizin okula gelmeden önce çok okul değiştirdim. Hani şu, sözünü ettiğim intihâr olayına kadar dersleri çok iyi olan, öğretmenlerin sevdiği öğrencilerden biriydim. Ama ruhumda yaşadığım büyük devrim, her şeyimi değiştirdiği gibi derslerimi de değiştirdi.

            Notlarım düşmekle beraber ilköğretimin sonunda olduğum için pek bir sıkıntı yaşamadan bitirdim. Ama lise, benim için tam bir felâket oldu. Lise yıllarım, herkesle, özellikle öğretmenlerle, kavga eden, insanlardan tiksinti duyan ve derslere karşı nefretle geçti. Her yıl, önemli bir olay ve her yıl, değişen bir okul. Ama ilginç olan ne biliyor musun? Bu olayların hiçbiri, ne annemi, ne babamı zerre kadar etkilemedi, biliyor musun? Umursamadılar. Sanki hiç olmamış gibi.

            İlk yıl, bütün derslerimi zayıf getirdim. Hepsini. İnanabiliyor musun, bir yıl öncesinin çalışkan öğrencisi, bütün notları yüz olan öğrencisi, şimdi hepsini zayıf yaptı. Bu durum sadece, okulun rehberlik öğretmeninin dikkatini çekti. Konuşmak istedi benimle. Konuşmadım, o da zaten önemsemedi.

            Bu arada babam, sınıfta kalacağımı öğrenince, okul müdürüne epey miktarda para vermiş. Karneyi bir aldım, hepsi geçer not. Şaşırdım, sınıf geçmiştim. O hırsla, müdüre bir alay küfür ettim. İnanabiliyor musun, ilk defa, erkek gibi, küfür ettim. Çok hoşuma gitti.

            Eve gittim. Babam karneme bakmadı bile. Baba, dedim, hiç merak etmiyor musun? Bildiğim şeyin, üstelik kendi yaptığım şeyin, neyini merak edeyim? Peki, bu kızın notları niye düştü? Hiç kafana takılmıyor mu? O senin sorunun. Baba… dedim sustum.

            Ertesi gün, anneme gittim. Karneme gösterdim. Biliyorum, dedi, baban söyledi. Peki, sen hiç merak etmiyor musun? Neyi? Bu kızın notları niye düştü? O senin sorunun. Anne… dedim sustum.

            Tabii, bu arada müdüre ettiğim küfür, karşılıksız kalmadı. Başka bir okula gönderildim. Geçen yılın aynısı, sonra başka bir okul, yine aynı; sonra işte burası… Burası biraz farklı. En azından sen varsın. Biliyor musun, ruhsal devrimimden beri ilk defa birine sıcaklık hissediyorum.

            İlk gün sınıfa girdiğimde, benimle beraber Selin’de vardı, biliyorsun. Selin, görüntüde benim tam tersim. Aşırı çekingen ve ezik bir görüntüsü var. Ama özümüz aynı, ruhumuz aynı. Sen geldiğimiz günden beri bizi izliyorsun. İlginç bir kişiliğin var. Çok güçlüsün. Uzun zamandır, gerektiğinde hocaları susturabilecek öğrenciler arıyordum. Sen zaman zaman hocaları susturabiliyorsun. Sana özeniyorum, biliyor musun? Meselâ uzman olduğun bir konu var. Türk mitolojisinin uzmanısın. Hatırlıyor musun, bir keresinde Kastamonulu olan edebiyat hocasına, hocanın bilmediği, Kastamonu bölgesine ait bir halk hikâyesini anlattığında hoca nasıl şaşırmıştı?

            Senin varlığın, zamanla beni kendime getirmeye başlamıştı. İnanır mısın, Selin’i de güçlendirmeye başladın. Belki, diyorum, belki, beni sen kurtarırsın.

            Ama işte… Meselâ tarihçi var, biliyorsun. Bana ne kadar düşman olduğunu biliyorsun. Oysa, ben ona bir şey yapmadım ki. Beni tanımıyor bile. İnsan, tanımadığı kişiye düşman olur mu? Olurmuş demek ki. Bakışları korkutuyor beni. Öğretmenden korkulur mu, onu geçtim, insandan korkulur mu ama bu adam, beni korkutuyor. Sanki sonumu, bu hazırlayacak benim.
           
            Sabah okula geldiğimde, gün aynı gündü. Dersler hep, kendi ruhumda gezinmemle ve seni dinlemekle geçti. Sonra bir ses duydum. Birkaç sesten oluşan, iğrenç bir ses bütünü duydum.

            “Ulan orospu, o kadar istiyoruz, bir vermedin gitti.”

            Kız ağlamaya başladı. Kendine öğretmen diyen bu herif, sustu. Sesini çıkaramadı. Bana düşmanca bakan bu herif, bu tâcize sustu. En tehlikeli ne biliyor musun? Zayıflar. Çünkü ne yapacağını bilemiyorsun?

            Sen şaşırdın, ben çıldırdım, Selin korktu, kız ağladı, kendine öğretmen diyen sustu, şerefsiz kendiyle gurur duydu.

            Ama ben çıldırdım bir kere.

“Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye yaşıyorsun ki? Git, intihar et”.

Fırladım sınıftan. Duramazdım artık. Koşmaya başladım. Deli gibi koşmaya başladım. Çıldırmıştım. Eminim arkamdan neler saymıştır.

Şimdi bunları sana ve Selin’e yazıyorum. Sizi gerçekten sevdim. İnsan gibi, arkadaş gibi sevdim. Kafamda ışık hızıyla düşünceler dönüyor. Bu arada sana bir mektup yazdım. Eline geçer veya geçmez, ama sana yazıldı. Eğer alabilirsen, fırsatın olursa, mektupla beraber bunu da al. Bunu beni tanımanız için yazdım ve işte sonuna geldim. Noktayı koyacağım. Mektubun bir kopyasını da yazıyorum. Kararımı verdim. Artık olmayacağım. Adını unuttuğum aşkımın sözünü söyleyeceğim ve çekip gideceğim, bu dünyadan…

“Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.”

            “Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

            Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

            Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

            Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”

20 Ocak 2010

Kutlu Altay KOCAOVA





* Atsız, Hüseyin Nihal, Ruh Adam, İrfan Yayınları

2 yorum: